17 Ağustos 2012 Cuma

Noam Chomsky Haklı Olabilir

"Bir maddeyi kullanmak suç olarak kabul edilmemelidir, çünkü henüz bir kurbanı yoktur. Eğer ölümcül maddelerin dağıtımından bahsetmek istiyorsanız, evet, bu tartışılması gereken bir konu, ama biraz ciddi olalım. Tütün bu konuda rakip tanımıyor. Alkol ikinci sırada. Ağır uyuşturucular oldukça alt sıralarda yer alıyor. Dahası kişi için çok zararlı olmasına rağmen, uyuşturucu kullanımının oldukça zayıf bir toplumsal etkisi var. Ağır uyuşturucularla ilgili suçlar çoğunlukla maddelerin yasaklanmasının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Eğer ilkeniz ölümcül maddelerin topluma dağıtılmasını engellemekse, ilk peşine düşmeniz gereken tütündür, bir sonraki de alkoldür, listenin alt sıralarında kokaine ulaşırsınız ve neredeyse görülemeyecek kadar aşağılarda da esrara varırsınız. 




Soru: kokain kullanan biri daha fazla mı şiddete yatkındır?

Hayır, yüksek suç oranı kokain almaktan ve satmaktan kaynaklanıyor, fakat bu yasadışı olmasıyla ilgili bir durum. Bunun sebebi suç kapsamına alınmış olması, maddenin etkileri değil. Bu konuyla ilgili iyi araştırmalar var. Tütünün şiddet yarattığı söylenemez, ama alkol kesinlikle yaratıyor. Alkol nedeniyle gerçekleşen ölümler, ağır uyuşturucular nedeniyle gerçekleşen ölümlerin çok ötesinde, ve eğer ayırt ederseniz, ağır uyuşturucular konusunda ölümler yasadışı olmalarının bir sonucu. Evet, uyuşturucu çeteleri ve torbacılar bölgeler için çatışıyorlar, ve tabi ki bazı ölümler yaşanıyor. Al Capone'un Chicago'yu yönetmesi gibi bir şey. Ama bu yasadışılığın bir sonucu, uyuşturucunun değil. Uyuşturucular daha çok insanları pasifleştirmeye yöneliktir. Diğer yandan alkol insanları saldırganlaştırıyor. Suçluluk edebiyatı üzerine kapsamlı araştırmalar var, sonuçlarına bir göz atabilirsiniz. 

Temel sonuç, tütün diğer her şeyden daha fazla ölüme neden oluyor, en ön sırada yer alıyor. Dahası sadece kullananları değil, herkesi etkiliyor. Sadece pasif sigara içiciliğinden kaynaklanan ölümler bile uyuşturuculardan kaynaklanan ölümlere oranla çok daha fazla. Daha da önemlisi gelecek nesle de nüfuz ediyor. Alkol en büyük ikinci katil, ve sadece kullanıcılarını öldüren bir katil değil, şiddetle olan ilişkisi nedeniyle diğer insanların da ölümüne neden oluyor. Sırada uyuşturucular var, seyrek olarak diğer insanlar için zararlı olurlar ve genelde zararı kullanana dokunur. Sonunda esrara ulaşıyoruz, son baktığımda bu ülkede 60 milyon kullanıcı olduğunu görmüştüm, ve bilinen tek bir aşırı doz vakası yok. Tabi ki, sizin için iyi bir şey değil, şüphesiz, ama risk aşağı yukarı kahve seviyesinde.Ve işin aslı, şunun farkına varın, esrarı yasaklamak için hiçbir zaman tıbbi bir gerekçe varolmadı. Eğer ilgili iseniz, bununla ilgili tarihi inceledim, anlatmamı ister misiniz bilmem, ama oldukça ilginç bir tarihi var. Çok kaba olarak, maddeler tehlikeli sınıflarla ilişkili oldukları için yasadışı ilan edildiler, bilirsiniz fakir insanlar, çalışan insanlar. Mesela İngiltere'de 19. yüzyılda bir dönem cin yasaklandı, ama viski yasaklanmadı, çünkü cin genelde yoksul insanlar tarafından tüketilirdi. Bu crack veya toz için verilen cezalara benziyor.

ABD'de alkol yasağı'nın (Prohibition) ilk yıllarında hedeflerden biri göçmen işçilerdi, New York‘un saloon barlarının müdavimleri, bu adamların ensesine binmek gerekiyordu. Yukarı New York'ta yaşayan zenginler ne olursa olsun içeceklerdi, bilirsiniz, işten çıkıp eve geldiklerinde içmek isterler. Peki ya esrar? Esrar (marijuana) Meksikalılarla beraber geldi ve ilk esrar yasakları Güneydoğu'daki eyaletlerde başladı. New Mexico, ardından Utah ve diğerleri, bu yasaklar özellikle Meksikalıları hedef alıyordu. Esrar, alkol yasağı'nın bitmesinden kısa bir süre sonrasına kadar yasadışı değildi. Alkol yasağı sona erdiğinde dev bir narkotik büromuz vardı ve bir işe yaramaları gerekiyordu. Ve birden esrarın size bütün kötü şeyleri yapacağını keşfettiler. Bu konudaki Senato kayıtları gerçekten şaşırtıcı. Amerikan Tıp Kurumundan bir temsilci var ve ellerinde bu yönde hiçbir tıbbi delil olmadığını söylüyor. Susturuldu, itham edildi, bilirsiniz, ondan bir şekilde kurtuldular. Sonra başka birini buldular, kelimenin tam anlamıyla böyle oldu, Temple Üniversitesinde ders veren ve marijuana ile köpekler üzerinde araştırmalar yapan bir farmakolog buldular. Tutanaklar çok eğlenceli, kesinlikle okumalısınız. Bu adamı getiriyorlar ve o da köpeklere marijuana verdiğinde köpeklerin çıldırdığını söylüyor, düşünün işte, akla gelebilecek her şeyi yapıyorlardı. Ve sonra, bir Senatör veya öyle biri, bu adama bir soru soruyor, bunu hafızamdan anlatıyorum bu yüzden biraz eksik olabilir ama aşağı yukarı böyle bir şey, 1930'larda geçiyor. Esrarı hiç insanlar üzerinde denedin mi diye soruyor. O da evet, kendi üzerimde denedim diyor. Peki, ne oldu diye sorulunca da, bir akbaba oldum ve odanın içinde uçtum diyor. Ve tabi “aman tanrım, bu berbat bir şey, insanları delirtiyor.” diyorlar hep bir ağızdan. Ve Kongre esrarın insanları delirttiğini açıklıyor. Ama sonra bir şey oldu. Savunma avukatları buradan bir fikir yürüttüler; tamam biz bunu bir cinnet savunması olarak kullanabiliriz. Böylece bir adam 3 polisi öldürdüğünde, avukatı olayın öncesinde marijuana aldığını ve cinnet geçirdiğini, bu yüzden de müvekkiline bir şey yapamayacaklarını söylüyordu ve insanlar marijuana kullandıkları iddiası ile polis öldürmek gibi suçlardan alacakları cezalardan kurtulabiliyordu. İşte bu yüzden aniden esrarın insanları delirtmediğini keşfettiler. Kongre, “pardon, esrar sizi delirtmez, çünkü bu mevzudan kurtulmak istiyoruz” kararına vardı. Bir sonraki fikir, esrarın bir geçiş uyuşturucusu olmasıydı, onu kullanırsınız sonra başka bir maddeye geçersiniz. Bu yönde hiçbir kanıt yoktu, ama buna karar verdiler. Sonra 50'lerin başında başka bir şey oldu. Marijuana, Amerikan halkını zehirlemek ve yok etmek için Kızıl Çinliler tarafından ABD'ye getiriliyordu. İşte bu yüzden esrarı durdurmalıydık. Ve bu minvalde devam etti. Aslında, dediğim gibi, marijuana kullanımının zirvesi 70'lerdeydi, ama onlar zengin çocuklardı, bu nedenle hapse atılamazlardı. Sonraları ciddi şekilde suç kapsamına alındı, biliyorsunuz, yoksul insanlar söz konusu olduğunda bu yüzden hapse gönderebiliyorlar. Kabaca tarih böyle. Detaylı tarih bir hayli ilginç."



1 Ağustos 2012 Çarşamba

Ruhkurutan


Hiç düşündünüz mü, ne çok musibet var hayatımızda ruhumuzu kurutan, ki çoğu iğrenç birer rutindir bunların, sıkışmasıdır aklın ve yüreğin biraz da, ana akım ömürlerin arasında… Her saatten biraz eksiltir aslında, yapmak zorunda kaldığınız herşeyde, bulunmaya katlandığımız her yerde rengimizden bir şeyleri alır, götürür…
Onu okulun duvarlarında görürsünüz, yüzünde hocalarının, nemrut sıra beklemelerinde, şımarık masa önlerine varmaya çalıştığınız… Üniformanız var ya da yok ne farkeder, koşturulmaktır acımasız olan, nedensizce, yolu bitmek bilmeyen toplu taşıma araçlarında… Bir dost yüzü sorunca ‘ Ne istiyorsun?’ diye apışıp kalmaktır kaçamak çay bahçesi limanlarında… En basiti, unutmaktır belki de sevdiğini, ya da bir zamanlar bir şeyleri sevmiş olduğunu…
Mücadelesi çok boş gelir bir ‘birey’in, ruh kurutucuları her yerdedir, yediğiniz yemeğe, içtiğiniz suya, uyuduğunuz uykuya karışmışlardır adeta. Aylarca dönmekte ısrar eden bir reklam, kötü oynamakta ısrar eden bir takım, ya da haberlerde duymak ‘siyasete leke düşüren’ açıklamaları, ve hiç altta kalır yanı olmayan cevaplarını. Yazık, bilmiyorlar ki travmaları bir ömür sürecek, bu ülkenin hafta sonları kafasını dinleyemeyen dersane çocukları…
Gün geçer… Günler çok çabuk geçer, aylar, yıllar çok çabuk geçsin diye, işte böyle işler ruhumuzun kurutma makinesi, bütün resmi geçit törenlerinde. Uykusuz bir askerin nöbetindedir ruhkurutan, bedenine saplanan kör merminin izinde…Çayını demleyip ailecek şehit cenazesi izlemektir, etkisiz hale getirip teröristleri…Haykırın isterseniz, takvimlere taş koyun, çalın felekten geceleri, nafile… Gün geçer, ulaşmak için sıradan bir cenaze törenine…
Sadece onun soğuk çelikten yeleğine işlemiyormuş gibi ölüm, inatla karışır damarlarımıza. Kavgamıza da kefildir, barışımıza da. En büyük marifetidir yitirdiklerimizden sonra sırtımızı sıvazlamak, tesellisi zehirdir, ilhamı yalnızlık…Ve nasıl yapar da düşman eder size kendinizi, elinizden usulca alırken masumiyetinizi…
Unutun bence kitaplarınızı, kalemlerinizi kırın, intihar notları internete düşünce nasıl kaçarsa ağzınızın tadı, sigaranın damağı kuruttuğu gibi kaçmıştır gölgeniz suretinizden. Dizüstü çöküp bilgisayarın başına sosyal payınızı alırken hayattan, bir çamaşır ipinde cansız sallanıyor olabilir çünkü nazenin gençliğiniz…
Merak bu ya işte, bakalım nasıl geçecek bu susuzluğumuz, latte’yle frappuccino’yla olacak iş mi, ben bütün kaldırım tozlarını yuttum bu şehrin, giderken uyku düşmanı sınavlara… Her gün yeni bir gün ve her gün aynı bir gün, değil iki, iki bin günü aynı olanın hangi maaş ödeyebilir faturasını?
Öyle bir şeydir işte ruhkurutan, bir gün ayılıp sarhoşluğunuzdan, cüzdanınızı arar gibi yoklarsınız benliğinizin ceplerini ve geriye kalan ahireti olmayan bir sıkıntıdır yalnızca. Sertifika, diploma, banka dekontu ve dört vesikalıkla başvuramazsınız hiçbir makama ruhunuzun ikametgahını almadan, ıslatmadığınız her gün için yanağınızı rahmet damlalarıyla, Somali’ye inat yenen her gevrek mısır cipsi gibi kupkurudur artık içiniz…
Ve belki de en kötüsü; Kitap da size küsmüştür artık…

(İlk olarak 13 Ekim 2011 tarihinde kitapgurusu.com'da yayınlanmıştır...)

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Taha Kavak ile benim aramdaki farklar


Taha Kavak süper bir insandır,ben o kadar değilim
Taha Kavak yolda Martin Scorsese' yi görse "gelmez bir daha Taksi Dırayvır gibisi" derdi
ben Martin Scorsese' yi papyonlu görsem gülmekten kırılırdım
Taha Kavak asla yalan söylemez,ben dayak yerken hiç ağlamadım
ben dayak yerken çok ağladım çünkü gençliğim
gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz

Taha Kavak Azrail' i yolda görse tanırdı
ben Azrail' i gençliğimin yanında görsem ona bir çift lafım olurdu
derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın gençliğimin gırtlağı

Taha Kavak olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi
o bana gülümserdi ben ona derdim ki, "anam babam ben de isterim yüzümde güller açsın,
fakat şu koca yumru boğazımı düğümlüyor, bir şeyler yapamaz mıyız?"

Taha Kavak orada olsaydı gençliğimin elini tutardı ve derdi ki "oğlum bu ne hacet!"
ben orada olsaydım gençliğimin elini tutardım ve derdim ki "gençliğim ölmesen..."

Ben oradaydım gençliğimin elini tuttum ve dedim ki "Gençliğim seni ben öldürürüm’"
gençliğim döndü bana bir baktı o bakışı görmeliydiniz

Taha Kavak o bakışı görseydi merhametten ağlardı
ben o bakışı gördüm nefretten çıldıracaktım ama gençliğim elini çekti

ne tuhaf, gençlikler ölürken bile sahiplerinin

gençlikler ölürken bile sahiplerinin gururundan eser bırakmıyor ne tuhaf…

Taha Kavak çok şanslı bir insan
gençliği öldüğünde o kocaman bir adamdı
benim gençliğim öldüğünde ben küçücüktüm
zaten şanslı birisi de değilimdir;şarkılarım iş yapmaz

gençliğim çoktan öldü bu çayı o ısmarlamış olamaz!

olamaz dedim gençliğim nefes alıp vermeye devam edince
verse de ben almam onu, içim ferahlamaz, siz de görseniz
gençliğim tutsa elimden birlikte geçsek çölü
nasıl olsa gençliğimde ölü ben de ölü


                                                                                23 Ekim 2010 - 14:03

25 Haziran 2012 Pazartesi

Garaj


Gündüzlerce sana gittim,
Gecelerce geri döndüm.
Her yoldan, her köşeden,
Gölgelerden böyle ürktüm.

Bir an özgürüm sandım
Bakarak pembesine,
Yumurta gibi dağılırken güneş
Ufkun penceresine.

Otobüsler kalktı buradan,
Hep seni götürdüler,
Garajları da vardı ama,
Beni hiç beklemediler..




21 Haziran 2012 Perşembe

Kabuğumdan Sızanlar (Vol.II)

  I

   Eski defterleri açmak. Ne güzel bir laf. Ne için kullanılırsa kullanılsın, güzel bir laf. Eski bir deftere yeni bir yazı yazınca o defter eski olmaktan çıkar mı, bilinmez. Ya da bir defterin eskimesi için ne kadar zaman gerekir? Yazılanlar mı eskimelidir, yoksa defterin kendisi mi?

Altı ay önce yazdıklarım çok eski geldi bana. Bugün okudum hepsini. Acaip kafası karışık buldum kendimi. Acaip ama, çok anlamında acaip değil. Bir kararsızlık değildi kafamı karıştıran, karar verebilecek bir ortamın olmayışıydı.

Ben ve benim gibi tırsak ruhlu adamlar için günlük tutmak çok büyük eziyettir sevgili okur. İki saatte bir değişen bir ruh haliyle günlük yazarsan, benim bugün okuduğum gibi bir şeyle karşılaşabilirsin. Yapılacak şey ne midir o halde? Lost'taki İskoç civanı Desmond gibi kafayı yemeden önce bir sabit bulmak. Hep onu sevmek, hep onu yazmak. Bir şeyi koymak merkeze, diğerlerini de onun çevresine.

Altı ay önce yazdıklarım, yörüngesi olmayan bir gezegen gibi...

   II

   Birisi hapşırdığında ona 'İyi yaşa' demek ne büyük bir ukalalıktır öyle. 'İyi yaşa'...Artık unutulmuş bir zamandan beri hapşıran birine 'Çok yaşa' denir kültürümüzde. Öyledir, adettendir, birine uzun bir hayat dilenir, ötesine karışılmaz, herşeyden önce bir kalıptır, bir deyimdir bu. Hapşırana 'İyi Yaşa' diyen şark kurnazı, iki açıdan fena halde ukaladır; birincisi, böyle demekle herkesten farklı ve iyi düşünülmüş bir şey yaptığını sanır, ikincisi bu zat-ı muhterem sanki ömrümüzün tapusunu görmüşçesine gizliden gizliye bize öğüt verir, aman iyi yaşa, yarın gebersen bile önemli değil, yeter ki iyi yaşa...Yahu bırak, çok yaşa de, çok yaşayalım, iyi ya da kötü yaşamamız seni ne ilgilendirir yahu? Nedir bu 'bak seni senden çok düşünüyorum' tavırları böyle? İyi yaşaymış! Kime göre, neye göre ayrıca? Belki senin süpersonik hayatının benim için hiçbir kıymeti yok, nereden biliyorsun? Birilerine iyi yaşa diyen biri olarak yaşayacağıma, çok yaşa der ölür giderim daha iyi be.

   Aslında bu küçük ukalalıklar 'iyi yaşa' ile sınırlı olmayıp modern hayatta her şekilde karşımıza çıkabilir. Muhterem hocalarımdan Fatih Andı'nın bir kitabından anımsadığım kadarıyla 'kendine iyi bak' da böyle modern çakallıklardan biri (Kabul, ara sıra ben de kullanıyorum bunu). Kendine iyi bak, artık ben yokum, tek başınasın haa, aman diyim...Bir Allahaısmarladık'ın, bir selametle'nin suyu mu çıktı? Çıkmış valla...

   III

   Bir fotoğraf gazetede. Baraka benzeri bir bina, çevresinde bir-iki ufak yapı. Coşkun akan bir dere ve küçük bir ağaçlıkla çevrelenmiş bir yer. Bir vadinin dibinde. Taş atsan kafasına çarpar aşağıdakilerin.

   Birileri aşağıya kurşun yağdırmayı tercih etmiş.

   Ve şimdi bütün gazetelerde oranın fotoğrafı. Bilmiyoruz, görmüyoruz, nasıl olmuş, anlamıyoruz...Anlayamıyoruz. Giden de doğru düzgün anlatamıyor çünkü. Anlatamıyor. Kimse bilmiyor, herkes konuşuyor. Yeşiltaş diyorlar, tedbirsiz diyorlar. Şu oldu, bu oldu diyorlar. Kurşun ve kandan kimse bahsetmiyor. Bahsedemiyor. Konuşması zor olan kısmı o çünkü mevzunun. Ağır silahtan, kalabalık düşmandan bahsetmek kolay. Son duasını eden genç adamın fısıltısını kimse duymuyor. Ölmenin pazarlıksız, yaşamanın karşılıksız olduğu yerden bahsetmiyor kimse. Yeşiltaş diyor, Dağlıca diyor.

   Bakıyorum fotoğrafa, kimse yok...Ölmüşler mi, gitmişler mi? Yoksa saklandılar mı bizden, yoksa saklanmaya gerek yok mu kör gözlerimizden?

   Fotoğrafta kimsecikler görünmüyor.

                     

13 Haziran 2012 Çarşamba

Son Delikanlı: D.H. Lawrence


   David Herbert Richards Lawrence' ı yaşamış son delikanlı olarak lanse etmemin sebebi, sadece kendisinden altı yaş büyük ve üç çocuk sahibi Bayan Freida' ya aşık olup onunla Almanya' ya kaçması değil, aynı zamanda ütopik görünse de istediği ama zaten gerçekleştiremediği yaşam şekli, dünyadan maddi beklentisi ve bir şiirinde ele aldığı, devrimi yapmanın sebebine dair eğlenceli yaklaşımı. Sırayla bakalım şimdi.


   Edebiyat araştırmacısı Mina Urgan, Lawrence' ın dünyanın çeşitli ülkelerine yaptığı yolculukların arkasındaki gerçeği, bir inceleme kitabında şöyle açıklıyor:


   "...Lawrence' ın asıl istediği, sürekli yolculuk etmek değil, sanayi toplumu ve para çıkarları üstüne kurulu düzenden kaçıp, çok uzaklarda, ıssız bir bölgeye temelli yerleşmekti. Orada, tam anlaşabileceği kadınlı erkekli aşağı yukarı yirmi otuz kişiden oluşan bir koloni kurmaktı. Bu grubun üyeleri arasında "bir çeşit komünizm" olacak; yaşamak için gereken her şey, eşit bir biçimde aralarında bölüşülecekti. Lawrence, Musevi arkadaşı Kotelansky' nin dinsel şarkılarında duyduğu Rananim adını uygun bulmuştu bu koloniye. Avrupa' da böyle ıssız bir yer bulunamayacağına göre, Amerika kıtasına yerleşeceklerdi. Lawrence, ideal koloniyi, ilkin Florida' da, bir yıl sonra 1917' de Florida' ya uzaktan yakından hiç benzemeyen And Dağları' nın doğu yamaçlarında kurmayı düşünmüştü..." Ancak yine Urgan' a göre bu proje gerçekleşseydi bile, bir yanıyla aşırı bireysel olan Lawrence, belirli bir insan grubuyla uzun süre kalamayacaktı büyük olasılıkla.


   Lawrence kısa ömrü boyunca hep kitaplarının geliriyle geçinebilmek istedi. Az parayla yetinmeye alışıktı. 1926' da yazdığı Return to Bestwood' da (Bestwood' a Dönüş) şöyle der:


   "Bir eve sahip olmak istemiyorum, toprağa da, otomobile de, bir yerlerde hisselere de. Servet istemiyorum, güvenilir bir gelir bile istemiyorum. Aynı zamanda, yoksulluk ve sıkıntı da istemiyorum. Beni hareketlerimde özgür bırakacak kadar paraya gereksinimim olduğunu biliyorum ve bu parayı küçük düşmeden kazanabilmek istiyorum."


   Lawrence ömrünün son dört yılında ancak bu isteğine kavuşabildi ve kitaplarının geliriyle rahat yaşayabilecek paralar kazanabildi.


   Ha evet. Şiir. Tozan Alkan çeviriyor, biz de okuyoruz.


Aklı Başında Bir Devrim

Bir devrim yaparsan keyif için yap
İğrenç bir ciddiyetle yapma
Ölümcül bir gerçeklikle yapma
Keyif için yap

İnsanlardan nefret ettiğin için yapma
Sadece yüzlerine tükürmek için yap

Para için yapma
Yap ve lanetle parayı

Eşitlik için yapma
Fazla eşitlik olduğu için yap
Eğlenceli olur elma arabasını devirmek
Ve elmaların yuvarlanıp gittiğini görmek

İşçi sınıfı için yapma
Hepimiz birer küçük aristokrat olalım diye
Firar etmiş neşeli eşekler gibi eğlenelim diye yap

Emeğin evrenselliği için yapma asla
İnsan zaten çalışmaktan bıkıp usanmış
Çalışmayı kaldıralım bitirelim köleliği
İş eğlenceye dönüşebilir hoşuna gider insanların ve sıkıcı olmaz artık
İşte böyle keyif için yapalım devrimi



26 Mayıs 2012 Cumartesi

Bir Kadın ve Bir Corvette Arasındaki Benzerlikler



-Her ikisi de hız konusunda hassastır. Birden yüklenirseniz ya olduğu yerde sayar, ya da sağa-sola savrulur.

-Her ikisini de yönlendirmek için bir hamle yaptığınızda işi abartıp çığırından çıkaracaklardır. Yine istediğiniz  tam anlamıyla olmayacaktır.

-İstediğinizin tam anlamıyla olması için her ikisine de ayrı bir hamle gerekir, bu da sarfedilmesi gerekenden daha fazla efor anlamına gelir.

-Her ikisini de kontrol etmek meşakkatlidir.

-Her ikisini de durdurmak meşakkatlidir.

-Her ikisinin de çıkardığı ses baş ağrıtır.

-Her ikisine de sahip olmak maddi anlamda ciddi güç gerektirir.

-Her ikisi de dengesizdir.

-Her ikisi de göz alıcıdır.

-Her ikisinin de dış görünümü aldatıcıdır.

-Tüm bunlara rağmen, doğru yerde ve doğru zamanda her ikisi de müthiş deneyimlerdir. 

25 Mayıs 2012 Cuma

Eros'un attığı oklar..

Eğer Eros bana el vermiş olsaydı, alakasız insanları birbirine aşık ederdim.
En güzel aşk onların olurdu böylece.(bir Haluk Levent şarkısına ithafen)
Yok, yanlış anlamayın. Burada amaç, "aman ne iyi niyetli" diye nitelendirilmek ya da aşkın en güzelini yaşatma çabamı vurgulamak değil.
Burada amaç tamamen, yanlış kişilere verilen otoritelerin, halka nasıl yansıyacağının, nereden bakıldığına göre değişn bir bakış açısına sahip olduğu gerçeğidir.
Yoksa ben o okları ne yapacağımı bilirdim de, mitolojiye saygımdan susuyorum.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Kabuğumdan Sızanlar (Vol.I)

I
 
Ahmak olmasa da münasebetsiz ıslatan bir yağmurun altında konuşmuştuk ilk, mevsim yine böyle kasım kasım sonbahardı. Isıtıcısı olmayan açıkhava çay bahçesinde, annesinin zoruyla yün don giymekten yeni vazgeçmiş çocuklardık. Ama yalan yok, kıpır kıpırdı içimiz, 2000′e gireceğiz diye talihli sayıyorduk kendimizi, hatta gazeteler binyılın önemli olaylarından bahsederken ta Malazgirt’e kadar götürmüştü işi (Ne yazık ki Alp Arslan’ın görüşlerini alamamışlardı). Dünya alacakaranlık bir yere doğru gidiyordu ve biz de garip bir şekilde loş ışıklardan hoşlanmaya başlamıştık.

Hakikaten bir ara neydi o öyle be kardeşim, ışıkları söndürüp masa lambasıyla takılmalar… Bir garip bunalım içindeydik, şimdiki gibi gerçek dertlerimiz olmadığı için, kıçımıza rahatlık batıyordu belki de. İnsanların ancak pimapen (pvc değil işte!) pencerelerinin arkasından, kahvelerini yudumlayarak seyredebileceği o dehşet verici kar yağışları esnasında Suadiye Sahili’nin nasıl bir yer olabileceğini de öğrenmiş olduk böylece.

Bakmayın çoğul kullandığıma, muhtemelen bu yazıyı okumayacak cümlelerimin diğer gizli özneleri…Ne mi oldu? Eh, büyüdük kaba tabiriyle, hepsi ayrı bir dünyada şimdi. Yıllar geçtikte onlar beni inkar etti, ben de onları, ve tabii her bir birey de öbürünü. Galiba bir zamanlar delicesine sevdiğimiz kızlardan tiksinmeye başladığımız gün değişti her şey… Yürek bir ete dönüştükten sonra kurumuş çiçeklerin yerini prezervatifler aldı.

Bazen çıkıyorum sokağa, yürüyeyim biraz diyorum. Eskisi gibi bir telefon açıp ‘gelsene lan’ deyince hemen gelecek bir keriz (!) kalmadığı için yalnız oluyorum genelde. Sokakların köşelerinden kıvrılıp, bilerek yolumu uzatıyorum, tek başıma oturuyorum o eskiden sürü halinde oturduğumuz yerlere. Yadırgıyorum sonra kendimi, ne işim var lan benim bu soğukta berduş gibi parklarda diyorum, yine de eve dönmek istemiyorum. Önemli bir eşyamı kaybetmiş gibi bakıyorum masalara, ama garsonlara çayın tazeliğinden başka bir şey soramıyorum.

II

Otobüs bir uzay gemisi gibi karanlığın içinden uğuldayarak akıyor. İşte bu şehirlerarası yolculuk gecelerinin uyku ile uyanıklık arası trans halidir. Hele bir de sırtınızdaki eski çantada Otostoçunun Galaksi Rehberi’nden bir kitap varsa (özellikle 4.kitap), çok daha üç boyutlu hayallerin içine dalabilirsiniz. Saat sabahın ikisi, kapkaranlık gecenin içinde, ‘yol boş basalım gidelim’ ilkesinden taviz vermeyen bir kaptanın yönetiminde zihniniz ve bedeniniz uyuşmuş durumda, koltuğa büzülürsünüz. Eğer en önde oturmuyorsanız, bunun basit bir karayolu seyahati olduğu bile aklınızdan çıkar. O anda hayatın dışında harika bir noktada durmaktasınız, yaşıyorsunuz ama hiçbir şeye etkiniz yok, kaptanın, dolayısıyla otobüsün sizi götüreceği yere gitmek zorundasınız. Kendinizi yavaşça koltuğunuza teslim ederken, saatte 100 km ile gitmediğiniz zamanlarda yaşadıklarınıza dair flaşlar patlar kapalı göz perdelerinizde… Bir dahaki yolculuğunuzda o anın kıymetini bilin, o sizin bu hayattan çalmayı başarıp gideceğiniz yere götürdüğünüz, ölçüsü belirsizce sizin olmuş kutsal bir zaman dilimidir aslında.

III

Ben Ankara’ya dört kez gittim. Dördünde de gecenin bir yarısı yola çıktım. Öyle ki belirsizliğin tam ortasında yaptığım bu yolculukların ilkinde, ocak soğuğunda Ankara’nın yeşile boyalı otogarına indiğim anda, başka bir evrene gelmiş gibi hissetmiştim kendimi. Otobüsün yanaştığı peronun önünde, okunan sabah ezanıyla birlikte çay-kahve satan adamı hayatım boyunca unutmayacağım. O adam bana, yalnızlık ve tekdüzelikle yozlaşmış iç dünyamı parçalayan bu yolculuğun sonunda vardığım yeni ülkenin ilk ve yegane teşrifatçısı gibi göründü. O zaman anladım, bizim bilinçaltı dediğimiz yerde, içine saplandığımız yaşam tarzına bağlı olarak, bazı şeyleri asla ve asla yapmamamız gerektiğine dair son derece katı bir önyargı var.

O sabaha karşı Ankara otogarında sevgilimi beklerken hiçbir şeyin imkansız olmadığını anladım.

Merak ediyorum, bu açıdan bakıldığında, şu anda durumum nasıl acaba? Mesela yarın aklıma estiğinde tak dye atlayıp hiç gitmediğim, üstelik orada yapacak bir işimin olmadığı bir yere gidebilir miyim? Ya da bir uçağa binecek olsam cesaret edip üstünden geçmekte olduğum okyanusa bakabilecek miyim? Peki, mesela, siz kendi küçük dünyanızı aşmak için ruhunuzu neyle sınarsınız? Kim bilir, belki de başkasına son derece sıradan gelecek hangi eylem, bir anda sizi sarsıp bambaşka biri yapacaktır? Askerde, atış talimi esnasında, o ilk mermiyi sıkıp omuzunuzda geri tepen tüfeğin dipçiğini hissettiğiniz, iki gün boyunca kulağınızı çınlatacak o an olabilir bu, veya evde yapayalnız, hiç para harcamadan iki gün geçirmek zorunda kalmak… Korunaklı duvarlarınız yıkılırken – ki bunun için illa deprem olmasına gerek yok – kendinizi seyredin. Belki korkacaksınız, ama artık kesinlikle o eski insan olmayacaksınız.

IV

Dünya bir öyküdür.
Öykü bir şeyleri anlatmanın en güzel yoludur.
Tek bir cümle de sürebilir, binlerce sayfa da.
Gönlünüzden de kopabilir, kayışınızı da kopartabilir.
Öykü tehlikeli bir şeydir, çünkü dünya tehlikeli bir yerdir.
Dünyada yaşayıp, bir öykü anlatabilmek heyecan vericidir.
Ve yaşadıklarımız sürekli yazılmakta olup, kayıtlarımız devam etmektedir.

(3 Kasım, 02.31, Kozyatağı…)

(Not: İlk olarak 3 Kasım 2011 tarihinde, kitapgurusu.com'da yayınlanmıştır.)

18 Mayıs 2012 Cuma

üstüne alınma

okunduğu gibi yazılmıyordu sevda.
hep bir kan damlası fazlaydı içinde yarattığı.
bir damla göz yaşı daha fazla.

tuzlu denizde tatlı su balığı olmak kadar imkansız,
çölde iglo toplu konutlarına kayıt yaptırmak kadar talihsizdi.
seninle karşılaşmamız bir öğle vaktiydi,
ve güneş hiç olmadığı kadar tepemizdeydi.

uzattım biliyorum,
saçlarım gibi, tırnaklarım gibi,
seni de uzattım yok yere.
ama inan hançer gözlü sevgili,
hiç bir şey gözlerindeki mahmurluk kadar uzun gelmemişti bana.

ekmeğini neyle yiyeceğini şaşırmış,
arsız bir çocuğun sofrayı süzüp,
yine gidip çikolataya uzanması gibi,
hep sana uzandı içimde yaşayan dört harf.

ben aslında bu şiiri sana yazdım.
sen, üstüne alınmayasın diye.

07.07.2011