24 Mayıs 2012 Perşembe

Kabuğumdan Sızanlar (Vol.I)

I
 
Ahmak olmasa da münasebetsiz ıslatan bir yağmurun altında konuşmuştuk ilk, mevsim yine böyle kasım kasım sonbahardı. Isıtıcısı olmayan açıkhava çay bahçesinde, annesinin zoruyla yün don giymekten yeni vazgeçmiş çocuklardık. Ama yalan yok, kıpır kıpırdı içimiz, 2000′e gireceğiz diye talihli sayıyorduk kendimizi, hatta gazeteler binyılın önemli olaylarından bahsederken ta Malazgirt’e kadar götürmüştü işi (Ne yazık ki Alp Arslan’ın görüşlerini alamamışlardı). Dünya alacakaranlık bir yere doğru gidiyordu ve biz de garip bir şekilde loş ışıklardan hoşlanmaya başlamıştık.

Hakikaten bir ara neydi o öyle be kardeşim, ışıkları söndürüp masa lambasıyla takılmalar… Bir garip bunalım içindeydik, şimdiki gibi gerçek dertlerimiz olmadığı için, kıçımıza rahatlık batıyordu belki de. İnsanların ancak pimapen (pvc değil işte!) pencerelerinin arkasından, kahvelerini yudumlayarak seyredebileceği o dehşet verici kar yağışları esnasında Suadiye Sahili’nin nasıl bir yer olabileceğini de öğrenmiş olduk böylece.

Bakmayın çoğul kullandığıma, muhtemelen bu yazıyı okumayacak cümlelerimin diğer gizli özneleri…Ne mi oldu? Eh, büyüdük kaba tabiriyle, hepsi ayrı bir dünyada şimdi. Yıllar geçtikte onlar beni inkar etti, ben de onları, ve tabii her bir birey de öbürünü. Galiba bir zamanlar delicesine sevdiğimiz kızlardan tiksinmeye başladığımız gün değişti her şey… Yürek bir ete dönüştükten sonra kurumuş çiçeklerin yerini prezervatifler aldı.

Bazen çıkıyorum sokağa, yürüyeyim biraz diyorum. Eskisi gibi bir telefon açıp ‘gelsene lan’ deyince hemen gelecek bir keriz (!) kalmadığı için yalnız oluyorum genelde. Sokakların köşelerinden kıvrılıp, bilerek yolumu uzatıyorum, tek başıma oturuyorum o eskiden sürü halinde oturduğumuz yerlere. Yadırgıyorum sonra kendimi, ne işim var lan benim bu soğukta berduş gibi parklarda diyorum, yine de eve dönmek istemiyorum. Önemli bir eşyamı kaybetmiş gibi bakıyorum masalara, ama garsonlara çayın tazeliğinden başka bir şey soramıyorum.

II

Otobüs bir uzay gemisi gibi karanlığın içinden uğuldayarak akıyor. İşte bu şehirlerarası yolculuk gecelerinin uyku ile uyanıklık arası trans halidir. Hele bir de sırtınızdaki eski çantada Otostoçunun Galaksi Rehberi’nden bir kitap varsa (özellikle 4.kitap), çok daha üç boyutlu hayallerin içine dalabilirsiniz. Saat sabahın ikisi, kapkaranlık gecenin içinde, ‘yol boş basalım gidelim’ ilkesinden taviz vermeyen bir kaptanın yönetiminde zihniniz ve bedeniniz uyuşmuş durumda, koltuğa büzülürsünüz. Eğer en önde oturmuyorsanız, bunun basit bir karayolu seyahati olduğu bile aklınızdan çıkar. O anda hayatın dışında harika bir noktada durmaktasınız, yaşıyorsunuz ama hiçbir şeye etkiniz yok, kaptanın, dolayısıyla otobüsün sizi götüreceği yere gitmek zorundasınız. Kendinizi yavaşça koltuğunuza teslim ederken, saatte 100 km ile gitmediğiniz zamanlarda yaşadıklarınıza dair flaşlar patlar kapalı göz perdelerinizde… Bir dahaki yolculuğunuzda o anın kıymetini bilin, o sizin bu hayattan çalmayı başarıp gideceğiniz yere götürdüğünüz, ölçüsü belirsizce sizin olmuş kutsal bir zaman dilimidir aslında.

III

Ben Ankara’ya dört kez gittim. Dördünde de gecenin bir yarısı yola çıktım. Öyle ki belirsizliğin tam ortasında yaptığım bu yolculukların ilkinde, ocak soğuğunda Ankara’nın yeşile boyalı otogarına indiğim anda, başka bir evrene gelmiş gibi hissetmiştim kendimi. Otobüsün yanaştığı peronun önünde, okunan sabah ezanıyla birlikte çay-kahve satan adamı hayatım boyunca unutmayacağım. O adam bana, yalnızlık ve tekdüzelikle yozlaşmış iç dünyamı parçalayan bu yolculuğun sonunda vardığım yeni ülkenin ilk ve yegane teşrifatçısı gibi göründü. O zaman anladım, bizim bilinçaltı dediğimiz yerde, içine saplandığımız yaşam tarzına bağlı olarak, bazı şeyleri asla ve asla yapmamamız gerektiğine dair son derece katı bir önyargı var.

O sabaha karşı Ankara otogarında sevgilimi beklerken hiçbir şeyin imkansız olmadığını anladım.

Merak ediyorum, bu açıdan bakıldığında, şu anda durumum nasıl acaba? Mesela yarın aklıma estiğinde tak dye atlayıp hiç gitmediğim, üstelik orada yapacak bir işimin olmadığı bir yere gidebilir miyim? Ya da bir uçağa binecek olsam cesaret edip üstünden geçmekte olduğum okyanusa bakabilecek miyim? Peki, mesela, siz kendi küçük dünyanızı aşmak için ruhunuzu neyle sınarsınız? Kim bilir, belki de başkasına son derece sıradan gelecek hangi eylem, bir anda sizi sarsıp bambaşka biri yapacaktır? Askerde, atış talimi esnasında, o ilk mermiyi sıkıp omuzunuzda geri tepen tüfeğin dipçiğini hissettiğiniz, iki gün boyunca kulağınızı çınlatacak o an olabilir bu, veya evde yapayalnız, hiç para harcamadan iki gün geçirmek zorunda kalmak… Korunaklı duvarlarınız yıkılırken – ki bunun için illa deprem olmasına gerek yok – kendinizi seyredin. Belki korkacaksınız, ama artık kesinlikle o eski insan olmayacaksınız.

IV

Dünya bir öyküdür.
Öykü bir şeyleri anlatmanın en güzel yoludur.
Tek bir cümle de sürebilir, binlerce sayfa da.
Gönlünüzden de kopabilir, kayışınızı da kopartabilir.
Öykü tehlikeli bir şeydir, çünkü dünya tehlikeli bir yerdir.
Dünyada yaşayıp, bir öykü anlatabilmek heyecan vericidir.
Ve yaşadıklarımız sürekli yazılmakta olup, kayıtlarımız devam etmektedir.

(3 Kasım, 02.31, Kozyatağı…)

(Not: İlk olarak 3 Kasım 2011 tarihinde, kitapgurusu.com'da yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok: