26 Mayıs 2012 Cumartesi

Bir Kadın ve Bir Corvette Arasındaki Benzerlikler



-Her ikisi de hız konusunda hassastır. Birden yüklenirseniz ya olduğu yerde sayar, ya da sağa-sola savrulur.

-Her ikisini de yönlendirmek için bir hamle yaptığınızda işi abartıp çığırından çıkaracaklardır. Yine istediğiniz  tam anlamıyla olmayacaktır.

-İstediğinizin tam anlamıyla olması için her ikisine de ayrı bir hamle gerekir, bu da sarfedilmesi gerekenden daha fazla efor anlamına gelir.

-Her ikisini de kontrol etmek meşakkatlidir.

-Her ikisini de durdurmak meşakkatlidir.

-Her ikisinin de çıkardığı ses baş ağrıtır.

-Her ikisine de sahip olmak maddi anlamda ciddi güç gerektirir.

-Her ikisi de dengesizdir.

-Her ikisi de göz alıcıdır.

-Her ikisinin de dış görünümü aldatıcıdır.

-Tüm bunlara rağmen, doğru yerde ve doğru zamanda her ikisi de müthiş deneyimlerdir. 

25 Mayıs 2012 Cuma

Eros'un attığı oklar..

Eğer Eros bana el vermiş olsaydı, alakasız insanları birbirine aşık ederdim.
En güzel aşk onların olurdu böylece.(bir Haluk Levent şarkısına ithafen)
Yok, yanlış anlamayın. Burada amaç, "aman ne iyi niyetli" diye nitelendirilmek ya da aşkın en güzelini yaşatma çabamı vurgulamak değil.
Burada amaç tamamen, yanlış kişilere verilen otoritelerin, halka nasıl yansıyacağının, nereden bakıldığına göre değişn bir bakış açısına sahip olduğu gerçeğidir.
Yoksa ben o okları ne yapacağımı bilirdim de, mitolojiye saygımdan susuyorum.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Kabuğumdan Sızanlar (Vol.I)

I
 
Ahmak olmasa da münasebetsiz ıslatan bir yağmurun altında konuşmuştuk ilk, mevsim yine böyle kasım kasım sonbahardı. Isıtıcısı olmayan açıkhava çay bahçesinde, annesinin zoruyla yün don giymekten yeni vazgeçmiş çocuklardık. Ama yalan yok, kıpır kıpırdı içimiz, 2000′e gireceğiz diye talihli sayıyorduk kendimizi, hatta gazeteler binyılın önemli olaylarından bahsederken ta Malazgirt’e kadar götürmüştü işi (Ne yazık ki Alp Arslan’ın görüşlerini alamamışlardı). Dünya alacakaranlık bir yere doğru gidiyordu ve biz de garip bir şekilde loş ışıklardan hoşlanmaya başlamıştık.

Hakikaten bir ara neydi o öyle be kardeşim, ışıkları söndürüp masa lambasıyla takılmalar… Bir garip bunalım içindeydik, şimdiki gibi gerçek dertlerimiz olmadığı için, kıçımıza rahatlık batıyordu belki de. İnsanların ancak pimapen (pvc değil işte!) pencerelerinin arkasından, kahvelerini yudumlayarak seyredebileceği o dehşet verici kar yağışları esnasında Suadiye Sahili’nin nasıl bir yer olabileceğini de öğrenmiş olduk böylece.

Bakmayın çoğul kullandığıma, muhtemelen bu yazıyı okumayacak cümlelerimin diğer gizli özneleri…Ne mi oldu? Eh, büyüdük kaba tabiriyle, hepsi ayrı bir dünyada şimdi. Yıllar geçtikte onlar beni inkar etti, ben de onları, ve tabii her bir birey de öbürünü. Galiba bir zamanlar delicesine sevdiğimiz kızlardan tiksinmeye başladığımız gün değişti her şey… Yürek bir ete dönüştükten sonra kurumuş çiçeklerin yerini prezervatifler aldı.

Bazen çıkıyorum sokağa, yürüyeyim biraz diyorum. Eskisi gibi bir telefon açıp ‘gelsene lan’ deyince hemen gelecek bir keriz (!) kalmadığı için yalnız oluyorum genelde. Sokakların köşelerinden kıvrılıp, bilerek yolumu uzatıyorum, tek başıma oturuyorum o eskiden sürü halinde oturduğumuz yerlere. Yadırgıyorum sonra kendimi, ne işim var lan benim bu soğukta berduş gibi parklarda diyorum, yine de eve dönmek istemiyorum. Önemli bir eşyamı kaybetmiş gibi bakıyorum masalara, ama garsonlara çayın tazeliğinden başka bir şey soramıyorum.

II

Otobüs bir uzay gemisi gibi karanlığın içinden uğuldayarak akıyor. İşte bu şehirlerarası yolculuk gecelerinin uyku ile uyanıklık arası trans halidir. Hele bir de sırtınızdaki eski çantada Otostoçunun Galaksi Rehberi’nden bir kitap varsa (özellikle 4.kitap), çok daha üç boyutlu hayallerin içine dalabilirsiniz. Saat sabahın ikisi, kapkaranlık gecenin içinde, ‘yol boş basalım gidelim’ ilkesinden taviz vermeyen bir kaptanın yönetiminde zihniniz ve bedeniniz uyuşmuş durumda, koltuğa büzülürsünüz. Eğer en önde oturmuyorsanız, bunun basit bir karayolu seyahati olduğu bile aklınızdan çıkar. O anda hayatın dışında harika bir noktada durmaktasınız, yaşıyorsunuz ama hiçbir şeye etkiniz yok, kaptanın, dolayısıyla otobüsün sizi götüreceği yere gitmek zorundasınız. Kendinizi yavaşça koltuğunuza teslim ederken, saatte 100 km ile gitmediğiniz zamanlarda yaşadıklarınıza dair flaşlar patlar kapalı göz perdelerinizde… Bir dahaki yolculuğunuzda o anın kıymetini bilin, o sizin bu hayattan çalmayı başarıp gideceğiniz yere götürdüğünüz, ölçüsü belirsizce sizin olmuş kutsal bir zaman dilimidir aslında.

III

Ben Ankara’ya dört kez gittim. Dördünde de gecenin bir yarısı yola çıktım. Öyle ki belirsizliğin tam ortasında yaptığım bu yolculukların ilkinde, ocak soğuğunda Ankara’nın yeşile boyalı otogarına indiğim anda, başka bir evrene gelmiş gibi hissetmiştim kendimi. Otobüsün yanaştığı peronun önünde, okunan sabah ezanıyla birlikte çay-kahve satan adamı hayatım boyunca unutmayacağım. O adam bana, yalnızlık ve tekdüzelikle yozlaşmış iç dünyamı parçalayan bu yolculuğun sonunda vardığım yeni ülkenin ilk ve yegane teşrifatçısı gibi göründü. O zaman anladım, bizim bilinçaltı dediğimiz yerde, içine saplandığımız yaşam tarzına bağlı olarak, bazı şeyleri asla ve asla yapmamamız gerektiğine dair son derece katı bir önyargı var.

O sabaha karşı Ankara otogarında sevgilimi beklerken hiçbir şeyin imkansız olmadığını anladım.

Merak ediyorum, bu açıdan bakıldığında, şu anda durumum nasıl acaba? Mesela yarın aklıma estiğinde tak dye atlayıp hiç gitmediğim, üstelik orada yapacak bir işimin olmadığı bir yere gidebilir miyim? Ya da bir uçağa binecek olsam cesaret edip üstünden geçmekte olduğum okyanusa bakabilecek miyim? Peki, mesela, siz kendi küçük dünyanızı aşmak için ruhunuzu neyle sınarsınız? Kim bilir, belki de başkasına son derece sıradan gelecek hangi eylem, bir anda sizi sarsıp bambaşka biri yapacaktır? Askerde, atış talimi esnasında, o ilk mermiyi sıkıp omuzunuzda geri tepen tüfeğin dipçiğini hissettiğiniz, iki gün boyunca kulağınızı çınlatacak o an olabilir bu, veya evde yapayalnız, hiç para harcamadan iki gün geçirmek zorunda kalmak… Korunaklı duvarlarınız yıkılırken – ki bunun için illa deprem olmasına gerek yok – kendinizi seyredin. Belki korkacaksınız, ama artık kesinlikle o eski insan olmayacaksınız.

IV

Dünya bir öyküdür.
Öykü bir şeyleri anlatmanın en güzel yoludur.
Tek bir cümle de sürebilir, binlerce sayfa da.
Gönlünüzden de kopabilir, kayışınızı da kopartabilir.
Öykü tehlikeli bir şeydir, çünkü dünya tehlikeli bir yerdir.
Dünyada yaşayıp, bir öykü anlatabilmek heyecan vericidir.
Ve yaşadıklarımız sürekli yazılmakta olup, kayıtlarımız devam etmektedir.

(3 Kasım, 02.31, Kozyatağı…)

(Not: İlk olarak 3 Kasım 2011 tarihinde, kitapgurusu.com'da yayınlanmıştır.)

18 Mayıs 2012 Cuma

üstüne alınma

okunduğu gibi yazılmıyordu sevda.
hep bir kan damlası fazlaydı içinde yarattığı.
bir damla göz yaşı daha fazla.

tuzlu denizde tatlı su balığı olmak kadar imkansız,
çölde iglo toplu konutlarına kayıt yaptırmak kadar talihsizdi.
seninle karşılaşmamız bir öğle vaktiydi,
ve güneş hiç olmadığı kadar tepemizdeydi.

uzattım biliyorum,
saçlarım gibi, tırnaklarım gibi,
seni de uzattım yok yere.
ama inan hançer gözlü sevgili,
hiç bir şey gözlerindeki mahmurluk kadar uzun gelmemişti bana.

ekmeğini neyle yiyeceğini şaşırmış,
arsız bir çocuğun sofrayı süzüp,
yine gidip çikolataya uzanması gibi,
hep sana uzandı içimde yaşayan dört harf.

ben aslında bu şiiri sana yazdım.
sen, üstüne alınmayasın diye.

07.07.2011

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Babam...

Ve bir kişi daha yanıldı...
Kapıyı kapattım usulca,
Kimse girmedi,
Soğuk girmedi...

İçerde,
Külbastıyı çağrıştıran bir hava,
açık bir televizyon,
ve hasta bir adam vardı...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Gönderilmemiş Öğeler

 

   Basit bir mesaj bu, öyle herkese atılabilirmiş izlenimi veren...Telefonun hafızasındaki kalıplardan biri bile olabilir belki...Ama değil, daha samimi, daha Türkçe...Yanlış anlaşılmasın diye alabildiğine kısa tutulmuş bir mesaj: 'Naber, napıyosun..'

   Sonuna bir soru işareti bile konulmamış güvensizlikten...Belki de verilecek cevabın çok belli olduğu düşünülmüş, o yüzden pek zahmet edilmemiş yazılırken. Daha çok bir yere varmak için bir vasıta bu mesaj, gidilecek yerin yanında hiçbir kıymeti olmayan bir minibüs gibi...Ve toplu taşınmaya alışık olanlar bilirler ki minibüsçüler hiç hazzetmezler soru işaretlerinden...

   Bu mesajı yıllar yılı taşıyorum içimde...Birilerine 'maç kaç kaç', 'abi çktın mı', 'gelyorum' gibi mesajlar göndermekten başka bir işlevi yok telefonumun. Bir de merak ederim kaç kontörüm, ah pardon, kaç liram kalmış diye. Aradığım en istikrarlı numaranın 9333 olması zaten durumun vehametini gösteriyor, bir de tabii avea kullandığımı.

   Bir süredir içimde taşıdığım bu mesaj, birkaç gündür telefonumun mesaj bölümünün taslaklar hanesinde kaydedilmiş duruyordu. Ve bu duruş, tek kelimeyle ifade etmem gerekirse boktan bir ruh haline soktu beni. Sebebi de şu: Elime hasbelkader yeni bir telefon numarası geçti. Numaranın sahibi, her romantik budalanın sadece yüzüne bakarak yepyeni başlangıçlar, hatta çift kişilik nevresim takımı hayal edebileceği türden bir kız. Sapık ya da ruh hastası falan değilim, bizzat ondan aldım bu numarayı. Ve - kaderin cilvesine bakın ki - bir süredir görmüyorum kendisini. Öncesinden de oturup bir çay içmişliğimiz olmadığı için ne yazsam münasebetsizlik olacakmış gibi geliyor. Doğuştan one night stand bir kimse olmadığım ve asla olamayacağımdan sebep, aklıma eseni de yazamam kesinlikle. Tam tersine, çekingen, etliye sütlüye karışmayan, pek tanımadığı kişilerle yüz göz olmayı sevmeyen biriyim. Terbiyeliyimdir de. Ama bu işlerde ne kadar tedbirli olursan, o kadar yanlış anlaşılıyorsun, daha önce de yaşadım bunu. Duygusal, içe dönük olmanın psikopatlıkla bir tutulduğu garip bir yüzyılda yaşıyoruz, her yanımız sosyal manyaklarla çevriliyken. Dahası, insan böyle bir şeye nasıl başlıyordu unuttum gitti doğrusu. Öyle lahmacun yemek gibi bir şey değil ki besmeleyi çekip saldırasın. Korkuyorum açıkçası, yanlış anlaşılmaktan, küçük düşürülmekten, sapık muamelesi görmekten, 'Off, gene mi bu salak...' cümlesinde kastedilen salak olmaktan.Ulan Ömer, yine kıçının üstüne oturup, işine gücüne bakmak varken, götünü dala budağa taktın. Ne diyeyim şimdi ben sana?

   Sizi bilmem ama böyle zamanlarda benim aklıma hep eski kız arkadaşım geliyor. Ne hallere düşürdün lan beni, ne vardı sanki terkedecek? Ben ki senden ve senin kuytu ikliminden memnundum, biraz uyukladım diye bastın tekmeyi kıçıma...Ev kedisi sokağa atılır mı be? Bu çöplüğü karıştırıyorsam şimdi, kabahati biraz da kendinde ara...

   Neyse uzatmayalım, bahsi geçen pek samimi mesajı mezkur şahsa yolladım, ama  inanın aklımdan üst paragraftakinden başka bir şey geçmedi. 'Gönder'e basarken bile çoktan sıkılmıştım bu işten. Çok şükür, karşı taraf da aynı bıkkınlık seviyesindeymiş ki birkaç saat sonra kendimi karşılıklı gönderilen mesajları, numarayı ve arama listelerimi temizlerken buluverdim.

   Mesaj kutumdaki boşluğun getirdiği rahatlıkla teselli olurken, derin derin içimi çektim. Galiba artık romantik bir budala değil, realist bir ukala olma yolunda hızla ilerleyen bir olgunluk çağı müridiydim. O gün için 9333'ü aramaktan vazgeçtim, çünkü son mesajı gönderdikten sonra liralarımın kısa süre içinde biteceği yönünde beni kibarca uyaran o mesaj gelivermişti.

   Görünüşe bakılırsa avea bile yeni bir başlangıç yapmamı istemiyordu.


11 Mayıs 2012 Cuma

Bu Sabahların Bir Anlamı Olmalı - 27

Gözleri istemsiz bir şekilde aralandı. Herhangi bir ses yoktu. Kapandı. İkinci aralanma süreci. Hala ses yok. Daha da uyumalıydı. Üçüncü aralanma. Tekrar uyuyamayacağını anlamıştı. Belki bir sigara içer, ortalıkta dolanır, tekrar başladığı yere-yani yatağına-geri dönerdi. Sol kolu tamamen yataktan sarkmış durumdaydı. Avuç içi açık ve yukarı bakar şekilde. Sanki üç dakika önce uyuyakalmış ve elindeki şişe bu esnada yere düşmüş, yere vurunca çıkardığı sesten dolayı uyanmış gibiydi. İki uyanma arasında hiç bir fark yoktu. Diğer elini sol yanında duran, nereden nasıl edindiğini bilmediği, o anda da düşünmediği komodinin üstüne doğru ivmelendirdi. Olmamıştı. Yani tutturamamıştı. Asıl yapmak istediği, her sabah uyandığında yanında görmeye alıştığı-kadim bir sevgili misali-sigara paketine uzanmaktı. Sağ elinin son üç parmağı, biten bir sigarayı söndürürken bir diğerinin kendini umarsızca boşluğa bıraktığı kül tabağının içine dalıvermişti. Hissettiği bu tiksintiden dolayı biraz olsun uykusu kaçmış, daha bir dikkat kesilmişti. Yeni bir denemeyle elini bir kez daha hamle yapmak için savurdu. Paket henüz açılmıştı. En sevmediği durumlardan bir tanesiydi. İçinden sadece bir tane alındığından dolayı, yumuşak paketten bir sigara dalı edinmek en hengameli işlerden bir tanesiydi. Bunun için ayrıca bir işlem gerekecek, sağ eline aldığı paketi, sanki bir yeri gösteriyormuşçasına konumlandırdığı sol işaret parmağının kenarına vurmak suretiyle bakire bir sigara dalının diğerlerinden daha fazla öne çıkmasını sağlayacaktı. İşte bir tane gelmişti. Bu seçili olandı. Bu şanslı olanı çekerek ağzına götürdü ve neredeyse bir çöl kadar kuru olan dudaklarının arasına sıkıştırdı. Hayır. Şimdi yakmayacaktı. Çünkü ona göre evrende her şey belli bir nizam üstüne inşa edilmişti. En son ne zaman kapandığı ayrı bir tartışma konusu olacak bilgisayardan bir şarkı açacaktı. Biraz gezindikten sonra-ki bu şarkı hayatının belli dönemlerinde, her seferinde farklı bir anlam ifade edecekti-kararını verdi. Haluk Bilginer sesinin en buğulu tonuyla "böyle bir kara sevda" şeklinde başlayan ahkamlar kesiyordu. Ses düzeyini ayarlamak bile başlı başına bir işti. Çünkü o klozet kapağı açılıp üstüne oturduğunda tüm nağmeler eksiksiz olarak duyulabilmeli ancak ev ahalisini-evde iki kişi kalıyor olsalar bile-rahatsız etmeyecek ve uyandırmayacak şekilde ayarlanmalıydı. Bunu da hallettiğine inanıp, yanı-yöresi, tamamen kurulanmadan bırakılan eller yüzünden kahverengi lekelere sahip elektrik düğmesine dokundu. Normalde sorsanız oradaki sadece bir düğmenin hangisinin ışığı yaktığını bilmezdi ama bu durum artık bilinçaltına yerleştiğinden dolayı tek seferde ışığı yaktı. Gayri ihtiyari bir şekilde yerleştiği klozet üzerinde, sonraki yirmi beş dakika sürecek pozisyonunu aldıktan sonra nihayet ağzına yapışmış, sanki vücudunun bir uzvu haline gelmiş sigarayı ateşledi. Derince çektiği nefesle birlikte ciğerlerine sadece sigaradan peyda olan mavi duman değil, tüm geçmişi inmekteydi. Sıra en korktuğu-belki de bu yüzden her dakika beynini uyuşturulmuş durumda tutmak gerektiğini bildiği-işe gelmişti:

düşünmek...yine onsuz bir gün başlıyordu...



3 Mayıs 2012 Perşembe

Rahat Ol, Aktif Ol, Belki Bir Gün İnsan da Olursun!



   I

  Rahatlık kavramı üzerine yıllar yılı düşündüm. Birçok insan, basitçe, hayatta rahat olduğunu ve zaten öyle olmak gerektiğini, çünkü bu rahatlığın kendilerine pratik anlamda büyük faydalar sağladığını iddia ediyordu. Bu kişiler - tartışma kabul etmez bir biçimde - okulda, askerlikte, evde, maçta, orada burada rahat olmanın, 'kasmama'nın ekmeğini yemişlerdi. Kadın-erkek ilişkileri için de geçerliydi bu. Hiçbiri aşk hayatında rezil kepaze olmamış, daralmamış, zor günler geçirmemişti. Hiç alttan almamıştı onlar, hep terkeden, aranan olmuşlardı, sanki terketmek bir marifetmiş gibi, bundan da gurur duyarlardı sadece.

   Ama insanların herşeylerini büyük bir aymazlıkla paylaştıkları sosyal ortamların dili, bunun tam tersini söylüyordu. Bütün şarkılar terkedilmekten dem vuruyor, çalışan herkes işinden şikayet ediyor, askerlik yapanlar ufacık çarşı izinlerinde facebook profillerinden şafak sayıyorlardı. 'Bi türlü bitmedi ...tiğimin okulu' feryatları afakı tutmuştu. Bütün bunlara rağmen bir kafede toplaşılıp yüz yüze gelindiğinde herkes rock yıldızı gibiydi, espriler, gülüşmeler havalarda uçuşuyor, nargile dumanları gamsızca yüzlere üfürülüyordu. Herkes hayatından mutlu, herkes 'rahat', herkes başarılıydı.

   Ben de bu rahatlık dalgasından sabıkalı insanlardan biriyim. Sürekli gergin olduğum yönündeki şikayetler şu kısacık hayatımın hemen her döneminde karşıma çıktı. Her yerde de gerilmiştim hakikaten, bazıları abartılı olmak kaydıyla, ÖSS'ye hazırlanırken, sevdiğim kızın başka biriyle beraber olduğunu gördüğümde, okulu üç ders yüzünden bitirememe tehlikesiyle karşılaştığımda. Sonraları kız arkadaşım 'bir türlü rahat olamadığım' için terketti beni ( Bir gece AŞTİ'de sevgilinizle kalın da rahatlık nasıl oluyormuş görün!), ve şimdi halihazırda parasal problemler yüzünden yepyeni gerginlikler yaşıyorum. Anlayacağınız şu hayatta - hep öyle diyorlar ya - kafamın gerçekten rahat olduğu zamanlar sınırlıdır sevgili dostlar, yine de 'uyarıları' dikkate alıp rahatmış gibi davranamıyorum.

   Bazen bu durumdan sıyrılıp, kendi iç dünyamın korunaklı duvarları ardına sığındığım oluyor (şimdiki gibi), eskiden bunu yapmam çok daha kolaydı. Bir kutu şeftalili ice-tea ve bir bölüm animeyle dünyanın anasını sattığım günleri çok net hatırlıyorum. Tabii bu bahsettiğim yıllar önceydi, hayatım medar-ı maişet tüneline girmeden önce yani. Albay denetlemeye gelince esas duruşu abartıp ince bir I harfine dönüştüğümde koskoca adamın bana 'Oğlum rahat ol!' demesinden anlamalıydım aslında ne kadar da kaygılı bir herif olduğumu. Ama insanız işte, dürüst olan kişi içindeki herşeyin aynasıdır. İçerde ne olup bittiğini dışarıya yansıtırsan, aynı dertten muzdarip kişiler tarafından bir aklanma vesilesi haline gelirsin. İşte sırf bu yüzden  kendi kıçı tutuştuğu halde bana rahat ol diyebilen çok tanıdığım oldu, hala oluyor ve olacak...

   II

   İnsanlar tarafından düzenli olarak kınanmamak için rahatlık pek bir işe yaramaz. Tek başına rahat olan adama tembel derler. Bir adam işsizse, okumuyorsa ya da kayda değer başka bir başarısı yoksa (erkekler için bu başarı yüzde doksan kadın anlamına gelir) neden yaşadığı ister istemez sorgulanır. Şimdi adama kalkıp da  'Sana ne lan, belki ben Coen Kardeşler filmlerinin entelektüel altyapısı üzerine bir araştırma yapıyorum' diyemezsiniz. Rahatlığın yanına - iskenderin içindeki yoğurt gibi - aktiflik denen nesneyi de eklemeniz gerekir. Yani plazalarda kıvrak Messi çalımlarıyla dolaşmalı, hop oradan çıkıp bir sinemaya akmalı, bir de üstüne - kendinizi sürekli geliştirdiğiniz içün - o kurs senin bu okul benim dolaşmalısınız. Mesainiz ne kadar çok ve kendi iç dünyanıza ne kadar uzaksanız o kadar makbul bir bireysinizdir artık, öyle ya bir yerlerde buluştuğunuzda eşe dosta anlatmak için süper maceralar biriktirmiş olursunuz üstünüzde. Biliyorum ben de yapıyorum bunları lanet olsun, hiçbir zaman istenilen düzeyde rahat ve aktif olamadığım halde öyle görünmek hoşuma gidiyor. Yoksa neden geçen telefonda birine 'çalışıyorum' derken ister istemez kasılayım - ki daha iki dakika önce lanetler okumaktaydım - ya da birisi eski kız arkadaşımdan bahsedince marpucu indirip cool bir tavırla 'gömdük o mevzuyu' diyeyim? (Nah gömdün, geçen gün rüyanda babanı mı gördün peki?)

   Bugün aslında başka bir şey yazacaktım ama galiba içimde insani bir şeyler kıpırdadı. Pek sık olmasa da oluyor bu, yani şu ya da bu değil, sadece sıradan bir insan olmaya fırsat bulmak... Bu kutsal zaman dilimini boşa geçirmemek için karaladım bunları, ki yazdıklarım sanırım hala insan olduğumun bir kanıtıdır. Yarın yine rahat ve aktif bir gün beni bekliyor ama ahdettim, bir gün kesinlikle gerçek bir insan olacağım ben...

1 Mayıs 2012 Salı

gelme vuramam!


"artık ne zaman biri sevgiden bahsetse elim tabancama gidiyor."



bak bunları şiir yaparım
görürsün olacakları-ki görme-
sen varken topladığım kanları
kusuyorum üstüne mermi gibi
israilli askerlerin

bak gelme üstüme öyle
hayır tehditkar değilim
ama bak gelme şiir yaparım

polisler geçiyor kapımızdan
-kırmızı mavi-
lazımsa daha kan eğer
tereddütsüz dökerim saçlarını
boylu boyu uzunca
kan-kırmızı-kusmuklu mezarlara

sen minnetsizsin gel gör-ki görme-
istersin bir de utanmadan
çok havalı bulutlardan
bir örtü-mavi-üşütmesinden
al hadi astarı da verdim
utanma-ki utanmazsın-al hadi

bak gelme üstüme öyle
hayır tehditkar değilim
ama bak gelme şiir yaparım!