I
Ahmak olmasa da münasebetsiz ıslatan bir yağmurun altında konuşmuştuk
ilk, mevsim yine böyle kasım kasım sonbahardı. Isıtıcısı olmayan
açıkhava çay bahçesinde, annesinin zoruyla yün don giymekten yeni
vazgeçmiş çocuklardık. Ama yalan yok, kıpır kıpırdı içimiz, 2000′e
gireceğiz diye talihli sayıyorduk kendimizi, hatta gazeteler binyılın
önemli olaylarından bahsederken ta Malazgirt’e kadar götürmüştü işi (Ne
yazık ki Alp Arslan’ın görüşlerini alamamışlardı). Dünya alacakaranlık
bir yere doğru gidiyordu ve biz de garip bir şekilde loş ışıklardan
hoşlanmaya başlamıştık.
Hakikaten bir ara neydi o öyle be kardeşim, ışıkları söndürüp masa
lambasıyla takılmalar… Bir garip bunalım içindeydik, şimdiki gibi gerçek
dertlerimiz olmadığı için, kıçımıza rahatlık batıyordu belki de.
İnsanların ancak pimapen (pvc değil işte!) pencerelerinin arkasından,
kahvelerini yudumlayarak seyredebileceği o dehşet verici kar yağışları
esnasında Suadiye Sahili’nin nasıl bir yer olabileceğini de öğrenmiş
olduk böylece.
Bakmayın çoğul kullandığıma, muhtemelen bu yazıyı okumayacak
cümlelerimin diğer gizli özneleri…Ne mi oldu? Eh, büyüdük kaba
tabiriyle, hepsi ayrı bir dünyada şimdi. Yıllar geçtikte onlar beni
inkar etti, ben de onları, ve tabii her bir birey de öbürünü. Galiba bir
zamanlar delicesine sevdiğimiz kızlardan tiksinmeye başladığımız gün
değişti her şey… Yürek bir ete dönüştükten sonra kurumuş çiçeklerin
yerini prezervatifler aldı.
Bazen çıkıyorum sokağa, yürüyeyim biraz diyorum. Eskisi gibi bir
telefon açıp ‘gelsene lan’ deyince hemen gelecek bir keriz (!) kalmadığı
için yalnız oluyorum genelde. Sokakların köşelerinden kıvrılıp, bilerek
yolumu uzatıyorum, tek başıma oturuyorum o eskiden sürü halinde
oturduğumuz yerlere. Yadırgıyorum sonra kendimi, ne işim var lan benim
bu soğukta berduş gibi parklarda diyorum, yine de eve dönmek
istemiyorum. Önemli bir eşyamı kaybetmiş gibi bakıyorum masalara, ama
garsonlara çayın tazeliğinden başka bir şey soramıyorum.
II
Otobüs bir uzay gemisi gibi karanlığın içinden uğuldayarak akıyor.
İşte bu şehirlerarası yolculuk gecelerinin uyku ile uyanıklık arası
trans halidir. Hele bir de sırtınızdaki eski çantada Otostoçunun Galaksi
Rehberi’nden bir kitap varsa (özellikle 4.kitap), çok daha üç boyutlu
hayallerin içine dalabilirsiniz. Saat sabahın ikisi, kapkaranlık gecenin
içinde, ‘yol boş basalım gidelim’ ilkesinden taviz vermeyen bir
kaptanın yönetiminde zihniniz ve bedeniniz uyuşmuş durumda, koltuğa
büzülürsünüz. Eğer en önde oturmuyorsanız, bunun basit bir karayolu
seyahati olduğu bile aklınızdan çıkar. O anda hayatın dışında harika bir
noktada durmaktasınız, yaşıyorsunuz ama hiçbir şeye etkiniz yok,
kaptanın, dolayısıyla otobüsün sizi götüreceği yere gitmek zorundasınız.
Kendinizi yavaşça koltuğunuza teslim ederken, saatte 100 km ile
gitmediğiniz zamanlarda yaşadıklarınıza dair flaşlar patlar kapalı göz
perdelerinizde… Bir dahaki yolculuğunuzda o anın kıymetini bilin, o
sizin bu hayattan çalmayı başarıp gideceğiniz yere götürdüğünüz, ölçüsü
belirsizce sizin olmuş kutsal bir zaman dilimidir aslında.
III
Ben Ankara’ya dört kez gittim. Dördünde de gecenin bir yarısı yola
çıktım. Öyle ki belirsizliğin tam ortasında yaptığım bu yolculukların
ilkinde, ocak soğuğunda Ankara’nın yeşile boyalı otogarına indiğim anda,
başka bir evrene gelmiş gibi hissetmiştim kendimi. Otobüsün yanaştığı
peronun önünde, okunan sabah ezanıyla birlikte çay-kahve satan adamı
hayatım boyunca unutmayacağım. O adam bana, yalnızlık ve tekdüzelikle
yozlaşmış iç dünyamı parçalayan bu yolculuğun sonunda vardığım yeni
ülkenin ilk ve yegane teşrifatçısı gibi göründü. O zaman anladım, bizim
bilinçaltı dediğimiz yerde, içine saplandığımız yaşam tarzına bağlı
olarak, bazı şeyleri asla ve asla yapmamamız gerektiğine dair son derece
katı bir önyargı var.
O sabaha karşı Ankara otogarında sevgilimi beklerken hiçbir şeyin imkansız olmadığını anladım.
Merak ediyorum, bu açıdan bakıldığında, şu anda durumum nasıl acaba?
Mesela yarın aklıma estiğinde tak dye atlayıp hiç gitmediğim, üstelik
orada yapacak bir işimin olmadığı bir yere gidebilir miyim? Ya da bir
uçağa binecek olsam cesaret edip üstünden geçmekte olduğum okyanusa
bakabilecek miyim? Peki, mesela, siz kendi küçük dünyanızı aşmak için
ruhunuzu neyle sınarsınız? Kim bilir, belki de başkasına son derece
sıradan gelecek hangi eylem, bir anda sizi sarsıp bambaşka biri
yapacaktır? Askerde, atış talimi esnasında, o ilk mermiyi sıkıp
omuzunuzda geri tepen tüfeğin dipçiğini hissettiğiniz, iki gün boyunca
kulağınızı çınlatacak o an olabilir bu, veya evde yapayalnız, hiç para
harcamadan iki gün geçirmek zorunda kalmak… Korunaklı duvarlarınız
yıkılırken – ki bunun için illa deprem olmasına gerek yok – kendinizi
seyredin. Belki korkacaksınız, ama artık kesinlikle o eski insan
olmayacaksınız.
IV
Dünya bir öyküdür.
Öykü bir şeyleri anlatmanın en güzel yoludur.
Tek bir cümle de sürebilir, binlerce sayfa da.
Gönlünüzden de kopabilir, kayışınızı da kopartabilir.
Öykü tehlikeli bir şeydir, çünkü dünya tehlikeli bir yerdir.
Dünyada yaşayıp, bir öykü anlatabilmek heyecan vericidir.
Ve yaşadıklarımız sürekli yazılmakta olup, kayıtlarımız devam etmektedir.
(3 Kasım, 02.31, Kozyatağı…)
(Not: İlk olarak 3 Kasım 2011 tarihinde, kitapgurusu.com'da yayınlanmıştır.)