17 Ağustos 2012 Cuma

Noam Chomsky Haklı Olabilir

"Bir maddeyi kullanmak suç olarak kabul edilmemelidir, çünkü henüz bir kurbanı yoktur. Eğer ölümcül maddelerin dağıtımından bahsetmek istiyorsanız, evet, bu tartışılması gereken bir konu, ama biraz ciddi olalım. Tütün bu konuda rakip tanımıyor. Alkol ikinci sırada. Ağır uyuşturucular oldukça alt sıralarda yer alıyor. Dahası kişi için çok zararlı olmasına rağmen, uyuşturucu kullanımının oldukça zayıf bir toplumsal etkisi var. Ağır uyuşturucularla ilgili suçlar çoğunlukla maddelerin yasaklanmasının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Eğer ilkeniz ölümcül maddelerin topluma dağıtılmasını engellemekse, ilk peşine düşmeniz gereken tütündür, bir sonraki de alkoldür, listenin alt sıralarında kokaine ulaşırsınız ve neredeyse görülemeyecek kadar aşağılarda da esrara varırsınız. 




Soru: kokain kullanan biri daha fazla mı şiddete yatkındır?

Hayır, yüksek suç oranı kokain almaktan ve satmaktan kaynaklanıyor, fakat bu yasadışı olmasıyla ilgili bir durum. Bunun sebebi suç kapsamına alınmış olması, maddenin etkileri değil. Bu konuyla ilgili iyi araştırmalar var. Tütünün şiddet yarattığı söylenemez, ama alkol kesinlikle yaratıyor. Alkol nedeniyle gerçekleşen ölümler, ağır uyuşturucular nedeniyle gerçekleşen ölümlerin çok ötesinde, ve eğer ayırt ederseniz, ağır uyuşturucular konusunda ölümler yasadışı olmalarının bir sonucu. Evet, uyuşturucu çeteleri ve torbacılar bölgeler için çatışıyorlar, ve tabi ki bazı ölümler yaşanıyor. Al Capone'un Chicago'yu yönetmesi gibi bir şey. Ama bu yasadışılığın bir sonucu, uyuşturucunun değil. Uyuşturucular daha çok insanları pasifleştirmeye yöneliktir. Diğer yandan alkol insanları saldırganlaştırıyor. Suçluluk edebiyatı üzerine kapsamlı araştırmalar var, sonuçlarına bir göz atabilirsiniz. 

Temel sonuç, tütün diğer her şeyden daha fazla ölüme neden oluyor, en ön sırada yer alıyor. Dahası sadece kullananları değil, herkesi etkiliyor. Sadece pasif sigara içiciliğinden kaynaklanan ölümler bile uyuşturuculardan kaynaklanan ölümlere oranla çok daha fazla. Daha da önemlisi gelecek nesle de nüfuz ediyor. Alkol en büyük ikinci katil, ve sadece kullanıcılarını öldüren bir katil değil, şiddetle olan ilişkisi nedeniyle diğer insanların da ölümüne neden oluyor. Sırada uyuşturucular var, seyrek olarak diğer insanlar için zararlı olurlar ve genelde zararı kullanana dokunur. Sonunda esrara ulaşıyoruz, son baktığımda bu ülkede 60 milyon kullanıcı olduğunu görmüştüm, ve bilinen tek bir aşırı doz vakası yok. Tabi ki, sizin için iyi bir şey değil, şüphesiz, ama risk aşağı yukarı kahve seviyesinde.Ve işin aslı, şunun farkına varın, esrarı yasaklamak için hiçbir zaman tıbbi bir gerekçe varolmadı. Eğer ilgili iseniz, bununla ilgili tarihi inceledim, anlatmamı ister misiniz bilmem, ama oldukça ilginç bir tarihi var. Çok kaba olarak, maddeler tehlikeli sınıflarla ilişkili oldukları için yasadışı ilan edildiler, bilirsiniz fakir insanlar, çalışan insanlar. Mesela İngiltere'de 19. yüzyılda bir dönem cin yasaklandı, ama viski yasaklanmadı, çünkü cin genelde yoksul insanlar tarafından tüketilirdi. Bu crack veya toz için verilen cezalara benziyor.

ABD'de alkol yasağı'nın (Prohibition) ilk yıllarında hedeflerden biri göçmen işçilerdi, New York‘un saloon barlarının müdavimleri, bu adamların ensesine binmek gerekiyordu. Yukarı New York'ta yaşayan zenginler ne olursa olsun içeceklerdi, bilirsiniz, işten çıkıp eve geldiklerinde içmek isterler. Peki ya esrar? Esrar (marijuana) Meksikalılarla beraber geldi ve ilk esrar yasakları Güneydoğu'daki eyaletlerde başladı. New Mexico, ardından Utah ve diğerleri, bu yasaklar özellikle Meksikalıları hedef alıyordu. Esrar, alkol yasağı'nın bitmesinden kısa bir süre sonrasına kadar yasadışı değildi. Alkol yasağı sona erdiğinde dev bir narkotik büromuz vardı ve bir işe yaramaları gerekiyordu. Ve birden esrarın size bütün kötü şeyleri yapacağını keşfettiler. Bu konudaki Senato kayıtları gerçekten şaşırtıcı. Amerikan Tıp Kurumundan bir temsilci var ve ellerinde bu yönde hiçbir tıbbi delil olmadığını söylüyor. Susturuldu, itham edildi, bilirsiniz, ondan bir şekilde kurtuldular. Sonra başka birini buldular, kelimenin tam anlamıyla böyle oldu, Temple Üniversitesinde ders veren ve marijuana ile köpekler üzerinde araştırmalar yapan bir farmakolog buldular. Tutanaklar çok eğlenceli, kesinlikle okumalısınız. Bu adamı getiriyorlar ve o da köpeklere marijuana verdiğinde köpeklerin çıldırdığını söylüyor, düşünün işte, akla gelebilecek her şeyi yapıyorlardı. Ve sonra, bir Senatör veya öyle biri, bu adama bir soru soruyor, bunu hafızamdan anlatıyorum bu yüzden biraz eksik olabilir ama aşağı yukarı böyle bir şey, 1930'larda geçiyor. Esrarı hiç insanlar üzerinde denedin mi diye soruyor. O da evet, kendi üzerimde denedim diyor. Peki, ne oldu diye sorulunca da, bir akbaba oldum ve odanın içinde uçtum diyor. Ve tabi “aman tanrım, bu berbat bir şey, insanları delirtiyor.” diyorlar hep bir ağızdan. Ve Kongre esrarın insanları delirttiğini açıklıyor. Ama sonra bir şey oldu. Savunma avukatları buradan bir fikir yürüttüler; tamam biz bunu bir cinnet savunması olarak kullanabiliriz. Böylece bir adam 3 polisi öldürdüğünde, avukatı olayın öncesinde marijuana aldığını ve cinnet geçirdiğini, bu yüzden de müvekkiline bir şey yapamayacaklarını söylüyordu ve insanlar marijuana kullandıkları iddiası ile polis öldürmek gibi suçlardan alacakları cezalardan kurtulabiliyordu. İşte bu yüzden aniden esrarın insanları delirtmediğini keşfettiler. Kongre, “pardon, esrar sizi delirtmez, çünkü bu mevzudan kurtulmak istiyoruz” kararına vardı. Bir sonraki fikir, esrarın bir geçiş uyuşturucusu olmasıydı, onu kullanırsınız sonra başka bir maddeye geçersiniz. Bu yönde hiçbir kanıt yoktu, ama buna karar verdiler. Sonra 50'lerin başında başka bir şey oldu. Marijuana, Amerikan halkını zehirlemek ve yok etmek için Kızıl Çinliler tarafından ABD'ye getiriliyordu. İşte bu yüzden esrarı durdurmalıydık. Ve bu minvalde devam etti. Aslında, dediğim gibi, marijuana kullanımının zirvesi 70'lerdeydi, ama onlar zengin çocuklardı, bu nedenle hapse atılamazlardı. Sonraları ciddi şekilde suç kapsamına alındı, biliyorsunuz, yoksul insanlar söz konusu olduğunda bu yüzden hapse gönderebiliyorlar. Kabaca tarih böyle. Detaylı tarih bir hayli ilginç."



1 Ağustos 2012 Çarşamba

Ruhkurutan


Hiç düşündünüz mü, ne çok musibet var hayatımızda ruhumuzu kurutan, ki çoğu iğrenç birer rutindir bunların, sıkışmasıdır aklın ve yüreğin biraz da, ana akım ömürlerin arasında… Her saatten biraz eksiltir aslında, yapmak zorunda kaldığınız herşeyde, bulunmaya katlandığımız her yerde rengimizden bir şeyleri alır, götürür…
Onu okulun duvarlarında görürsünüz, yüzünde hocalarının, nemrut sıra beklemelerinde, şımarık masa önlerine varmaya çalıştığınız… Üniformanız var ya da yok ne farkeder, koşturulmaktır acımasız olan, nedensizce, yolu bitmek bilmeyen toplu taşıma araçlarında… Bir dost yüzü sorunca ‘ Ne istiyorsun?’ diye apışıp kalmaktır kaçamak çay bahçesi limanlarında… En basiti, unutmaktır belki de sevdiğini, ya da bir zamanlar bir şeyleri sevmiş olduğunu…
Mücadelesi çok boş gelir bir ‘birey’in, ruh kurutucuları her yerdedir, yediğiniz yemeğe, içtiğiniz suya, uyuduğunuz uykuya karışmışlardır adeta. Aylarca dönmekte ısrar eden bir reklam, kötü oynamakta ısrar eden bir takım, ya da haberlerde duymak ‘siyasete leke düşüren’ açıklamaları, ve hiç altta kalır yanı olmayan cevaplarını. Yazık, bilmiyorlar ki travmaları bir ömür sürecek, bu ülkenin hafta sonları kafasını dinleyemeyen dersane çocukları…
Gün geçer… Günler çok çabuk geçer, aylar, yıllar çok çabuk geçsin diye, işte böyle işler ruhumuzun kurutma makinesi, bütün resmi geçit törenlerinde. Uykusuz bir askerin nöbetindedir ruhkurutan, bedenine saplanan kör merminin izinde…Çayını demleyip ailecek şehit cenazesi izlemektir, etkisiz hale getirip teröristleri…Haykırın isterseniz, takvimlere taş koyun, çalın felekten geceleri, nafile… Gün geçer, ulaşmak için sıradan bir cenaze törenine…
Sadece onun soğuk çelikten yeleğine işlemiyormuş gibi ölüm, inatla karışır damarlarımıza. Kavgamıza da kefildir, barışımıza da. En büyük marifetidir yitirdiklerimizden sonra sırtımızı sıvazlamak, tesellisi zehirdir, ilhamı yalnızlık…Ve nasıl yapar da düşman eder size kendinizi, elinizden usulca alırken masumiyetinizi…
Unutun bence kitaplarınızı, kalemlerinizi kırın, intihar notları internete düşünce nasıl kaçarsa ağzınızın tadı, sigaranın damağı kuruttuğu gibi kaçmıştır gölgeniz suretinizden. Dizüstü çöküp bilgisayarın başına sosyal payınızı alırken hayattan, bir çamaşır ipinde cansız sallanıyor olabilir çünkü nazenin gençliğiniz…
Merak bu ya işte, bakalım nasıl geçecek bu susuzluğumuz, latte’yle frappuccino’yla olacak iş mi, ben bütün kaldırım tozlarını yuttum bu şehrin, giderken uyku düşmanı sınavlara… Her gün yeni bir gün ve her gün aynı bir gün, değil iki, iki bin günü aynı olanın hangi maaş ödeyebilir faturasını?
Öyle bir şeydir işte ruhkurutan, bir gün ayılıp sarhoşluğunuzdan, cüzdanınızı arar gibi yoklarsınız benliğinizin ceplerini ve geriye kalan ahireti olmayan bir sıkıntıdır yalnızca. Sertifika, diploma, banka dekontu ve dört vesikalıkla başvuramazsınız hiçbir makama ruhunuzun ikametgahını almadan, ıslatmadığınız her gün için yanağınızı rahmet damlalarıyla, Somali’ye inat yenen her gevrek mısır cipsi gibi kupkurudur artık içiniz…
Ve belki de en kötüsü; Kitap da size küsmüştür artık…

(İlk olarak 13 Ekim 2011 tarihinde kitapgurusu.com'da yayınlanmıştır...)

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Taha Kavak ile benim aramdaki farklar


Taha Kavak süper bir insandır,ben o kadar değilim
Taha Kavak yolda Martin Scorsese' yi görse "gelmez bir daha Taksi Dırayvır gibisi" derdi
ben Martin Scorsese' yi papyonlu görsem gülmekten kırılırdım
Taha Kavak asla yalan söylemez,ben dayak yerken hiç ağlamadım
ben dayak yerken çok ağladım çünkü gençliğim
gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz

Taha Kavak Azrail' i yolda görse tanırdı
ben Azrail' i gençliğimin yanında görsem ona bir çift lafım olurdu
derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın gençliğimin gırtlağı

Taha Kavak olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi
o bana gülümserdi ben ona derdim ki, "anam babam ben de isterim yüzümde güller açsın,
fakat şu koca yumru boğazımı düğümlüyor, bir şeyler yapamaz mıyız?"

Taha Kavak orada olsaydı gençliğimin elini tutardı ve derdi ki "oğlum bu ne hacet!"
ben orada olsaydım gençliğimin elini tutardım ve derdim ki "gençliğim ölmesen..."

Ben oradaydım gençliğimin elini tuttum ve dedim ki "Gençliğim seni ben öldürürüm’"
gençliğim döndü bana bir baktı o bakışı görmeliydiniz

Taha Kavak o bakışı görseydi merhametten ağlardı
ben o bakışı gördüm nefretten çıldıracaktım ama gençliğim elini çekti

ne tuhaf, gençlikler ölürken bile sahiplerinin

gençlikler ölürken bile sahiplerinin gururundan eser bırakmıyor ne tuhaf…

Taha Kavak çok şanslı bir insan
gençliği öldüğünde o kocaman bir adamdı
benim gençliğim öldüğünde ben küçücüktüm
zaten şanslı birisi de değilimdir;şarkılarım iş yapmaz

gençliğim çoktan öldü bu çayı o ısmarlamış olamaz!

olamaz dedim gençliğim nefes alıp vermeye devam edince
verse de ben almam onu, içim ferahlamaz, siz de görseniz
gençliğim tutsa elimden birlikte geçsek çölü
nasıl olsa gençliğimde ölü ben de ölü


                                                                                23 Ekim 2010 - 14:03

25 Haziran 2012 Pazartesi

Garaj


Gündüzlerce sana gittim,
Gecelerce geri döndüm.
Her yoldan, her köşeden,
Gölgelerden böyle ürktüm.

Bir an özgürüm sandım
Bakarak pembesine,
Yumurta gibi dağılırken güneş
Ufkun penceresine.

Otobüsler kalktı buradan,
Hep seni götürdüler,
Garajları da vardı ama,
Beni hiç beklemediler..




21 Haziran 2012 Perşembe

Kabuğumdan Sızanlar (Vol.II)

  I

   Eski defterleri açmak. Ne güzel bir laf. Ne için kullanılırsa kullanılsın, güzel bir laf. Eski bir deftere yeni bir yazı yazınca o defter eski olmaktan çıkar mı, bilinmez. Ya da bir defterin eskimesi için ne kadar zaman gerekir? Yazılanlar mı eskimelidir, yoksa defterin kendisi mi?

Altı ay önce yazdıklarım çok eski geldi bana. Bugün okudum hepsini. Acaip kafası karışık buldum kendimi. Acaip ama, çok anlamında acaip değil. Bir kararsızlık değildi kafamı karıştıran, karar verebilecek bir ortamın olmayışıydı.

Ben ve benim gibi tırsak ruhlu adamlar için günlük tutmak çok büyük eziyettir sevgili okur. İki saatte bir değişen bir ruh haliyle günlük yazarsan, benim bugün okuduğum gibi bir şeyle karşılaşabilirsin. Yapılacak şey ne midir o halde? Lost'taki İskoç civanı Desmond gibi kafayı yemeden önce bir sabit bulmak. Hep onu sevmek, hep onu yazmak. Bir şeyi koymak merkeze, diğerlerini de onun çevresine.

Altı ay önce yazdıklarım, yörüngesi olmayan bir gezegen gibi...

   II

   Birisi hapşırdığında ona 'İyi yaşa' demek ne büyük bir ukalalıktır öyle. 'İyi yaşa'...Artık unutulmuş bir zamandan beri hapşıran birine 'Çok yaşa' denir kültürümüzde. Öyledir, adettendir, birine uzun bir hayat dilenir, ötesine karışılmaz, herşeyden önce bir kalıptır, bir deyimdir bu. Hapşırana 'İyi Yaşa' diyen şark kurnazı, iki açıdan fena halde ukaladır; birincisi, böyle demekle herkesten farklı ve iyi düşünülmüş bir şey yaptığını sanır, ikincisi bu zat-ı muhterem sanki ömrümüzün tapusunu görmüşçesine gizliden gizliye bize öğüt verir, aman iyi yaşa, yarın gebersen bile önemli değil, yeter ki iyi yaşa...Yahu bırak, çok yaşa de, çok yaşayalım, iyi ya da kötü yaşamamız seni ne ilgilendirir yahu? Nedir bu 'bak seni senden çok düşünüyorum' tavırları böyle? İyi yaşaymış! Kime göre, neye göre ayrıca? Belki senin süpersonik hayatının benim için hiçbir kıymeti yok, nereden biliyorsun? Birilerine iyi yaşa diyen biri olarak yaşayacağıma, çok yaşa der ölür giderim daha iyi be.

   Aslında bu küçük ukalalıklar 'iyi yaşa' ile sınırlı olmayıp modern hayatta her şekilde karşımıza çıkabilir. Muhterem hocalarımdan Fatih Andı'nın bir kitabından anımsadığım kadarıyla 'kendine iyi bak' da böyle modern çakallıklardan biri (Kabul, ara sıra ben de kullanıyorum bunu). Kendine iyi bak, artık ben yokum, tek başınasın haa, aman diyim...Bir Allahaısmarladık'ın, bir selametle'nin suyu mu çıktı? Çıkmış valla...

   III

   Bir fotoğraf gazetede. Baraka benzeri bir bina, çevresinde bir-iki ufak yapı. Coşkun akan bir dere ve küçük bir ağaçlıkla çevrelenmiş bir yer. Bir vadinin dibinde. Taş atsan kafasına çarpar aşağıdakilerin.

   Birileri aşağıya kurşun yağdırmayı tercih etmiş.

   Ve şimdi bütün gazetelerde oranın fotoğrafı. Bilmiyoruz, görmüyoruz, nasıl olmuş, anlamıyoruz...Anlayamıyoruz. Giden de doğru düzgün anlatamıyor çünkü. Anlatamıyor. Kimse bilmiyor, herkes konuşuyor. Yeşiltaş diyorlar, tedbirsiz diyorlar. Şu oldu, bu oldu diyorlar. Kurşun ve kandan kimse bahsetmiyor. Bahsedemiyor. Konuşması zor olan kısmı o çünkü mevzunun. Ağır silahtan, kalabalık düşmandan bahsetmek kolay. Son duasını eden genç adamın fısıltısını kimse duymuyor. Ölmenin pazarlıksız, yaşamanın karşılıksız olduğu yerden bahsetmiyor kimse. Yeşiltaş diyor, Dağlıca diyor.

   Bakıyorum fotoğrafa, kimse yok...Ölmüşler mi, gitmişler mi? Yoksa saklandılar mı bizden, yoksa saklanmaya gerek yok mu kör gözlerimizden?

   Fotoğrafta kimsecikler görünmüyor.

                     

13 Haziran 2012 Çarşamba

Son Delikanlı: D.H. Lawrence


   David Herbert Richards Lawrence' ı yaşamış son delikanlı olarak lanse etmemin sebebi, sadece kendisinden altı yaş büyük ve üç çocuk sahibi Bayan Freida' ya aşık olup onunla Almanya' ya kaçması değil, aynı zamanda ütopik görünse de istediği ama zaten gerçekleştiremediği yaşam şekli, dünyadan maddi beklentisi ve bir şiirinde ele aldığı, devrimi yapmanın sebebine dair eğlenceli yaklaşımı. Sırayla bakalım şimdi.


   Edebiyat araştırmacısı Mina Urgan, Lawrence' ın dünyanın çeşitli ülkelerine yaptığı yolculukların arkasındaki gerçeği, bir inceleme kitabında şöyle açıklıyor:


   "...Lawrence' ın asıl istediği, sürekli yolculuk etmek değil, sanayi toplumu ve para çıkarları üstüne kurulu düzenden kaçıp, çok uzaklarda, ıssız bir bölgeye temelli yerleşmekti. Orada, tam anlaşabileceği kadınlı erkekli aşağı yukarı yirmi otuz kişiden oluşan bir koloni kurmaktı. Bu grubun üyeleri arasında "bir çeşit komünizm" olacak; yaşamak için gereken her şey, eşit bir biçimde aralarında bölüşülecekti. Lawrence, Musevi arkadaşı Kotelansky' nin dinsel şarkılarında duyduğu Rananim adını uygun bulmuştu bu koloniye. Avrupa' da böyle ıssız bir yer bulunamayacağına göre, Amerika kıtasına yerleşeceklerdi. Lawrence, ideal koloniyi, ilkin Florida' da, bir yıl sonra 1917' de Florida' ya uzaktan yakından hiç benzemeyen And Dağları' nın doğu yamaçlarında kurmayı düşünmüştü..." Ancak yine Urgan' a göre bu proje gerçekleşseydi bile, bir yanıyla aşırı bireysel olan Lawrence, belirli bir insan grubuyla uzun süre kalamayacaktı büyük olasılıkla.


   Lawrence kısa ömrü boyunca hep kitaplarının geliriyle geçinebilmek istedi. Az parayla yetinmeye alışıktı. 1926' da yazdığı Return to Bestwood' da (Bestwood' a Dönüş) şöyle der:


   "Bir eve sahip olmak istemiyorum, toprağa da, otomobile de, bir yerlerde hisselere de. Servet istemiyorum, güvenilir bir gelir bile istemiyorum. Aynı zamanda, yoksulluk ve sıkıntı da istemiyorum. Beni hareketlerimde özgür bırakacak kadar paraya gereksinimim olduğunu biliyorum ve bu parayı küçük düşmeden kazanabilmek istiyorum."


   Lawrence ömrünün son dört yılında ancak bu isteğine kavuşabildi ve kitaplarının geliriyle rahat yaşayabilecek paralar kazanabildi.


   Ha evet. Şiir. Tozan Alkan çeviriyor, biz de okuyoruz.


Aklı Başında Bir Devrim

Bir devrim yaparsan keyif için yap
İğrenç bir ciddiyetle yapma
Ölümcül bir gerçeklikle yapma
Keyif için yap

İnsanlardan nefret ettiğin için yapma
Sadece yüzlerine tükürmek için yap

Para için yapma
Yap ve lanetle parayı

Eşitlik için yapma
Fazla eşitlik olduğu için yap
Eğlenceli olur elma arabasını devirmek
Ve elmaların yuvarlanıp gittiğini görmek

İşçi sınıfı için yapma
Hepimiz birer küçük aristokrat olalım diye
Firar etmiş neşeli eşekler gibi eğlenelim diye yap

Emeğin evrenselliği için yapma asla
İnsan zaten çalışmaktan bıkıp usanmış
Çalışmayı kaldıralım bitirelim köleliği
İş eğlenceye dönüşebilir hoşuna gider insanların ve sıkıcı olmaz artık
İşte böyle keyif için yapalım devrimi



26 Mayıs 2012 Cumartesi

Bir Kadın ve Bir Corvette Arasındaki Benzerlikler



-Her ikisi de hız konusunda hassastır. Birden yüklenirseniz ya olduğu yerde sayar, ya da sağa-sola savrulur.

-Her ikisini de yönlendirmek için bir hamle yaptığınızda işi abartıp çığırından çıkaracaklardır. Yine istediğiniz  tam anlamıyla olmayacaktır.

-İstediğinizin tam anlamıyla olması için her ikisine de ayrı bir hamle gerekir, bu da sarfedilmesi gerekenden daha fazla efor anlamına gelir.

-Her ikisini de kontrol etmek meşakkatlidir.

-Her ikisini de durdurmak meşakkatlidir.

-Her ikisinin de çıkardığı ses baş ağrıtır.

-Her ikisine de sahip olmak maddi anlamda ciddi güç gerektirir.

-Her ikisi de dengesizdir.

-Her ikisi de göz alıcıdır.

-Her ikisinin de dış görünümü aldatıcıdır.

-Tüm bunlara rağmen, doğru yerde ve doğru zamanda her ikisi de müthiş deneyimlerdir. 

25 Mayıs 2012 Cuma

Eros'un attığı oklar..

Eğer Eros bana el vermiş olsaydı, alakasız insanları birbirine aşık ederdim.
En güzel aşk onların olurdu böylece.(bir Haluk Levent şarkısına ithafen)
Yok, yanlış anlamayın. Burada amaç, "aman ne iyi niyetli" diye nitelendirilmek ya da aşkın en güzelini yaşatma çabamı vurgulamak değil.
Burada amaç tamamen, yanlış kişilere verilen otoritelerin, halka nasıl yansıyacağının, nereden bakıldığına göre değişn bir bakış açısına sahip olduğu gerçeğidir.
Yoksa ben o okları ne yapacağımı bilirdim de, mitolojiye saygımdan susuyorum.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Kabuğumdan Sızanlar (Vol.I)

I
 
Ahmak olmasa da münasebetsiz ıslatan bir yağmurun altında konuşmuştuk ilk, mevsim yine böyle kasım kasım sonbahardı. Isıtıcısı olmayan açıkhava çay bahçesinde, annesinin zoruyla yün don giymekten yeni vazgeçmiş çocuklardık. Ama yalan yok, kıpır kıpırdı içimiz, 2000′e gireceğiz diye talihli sayıyorduk kendimizi, hatta gazeteler binyılın önemli olaylarından bahsederken ta Malazgirt’e kadar götürmüştü işi (Ne yazık ki Alp Arslan’ın görüşlerini alamamışlardı). Dünya alacakaranlık bir yere doğru gidiyordu ve biz de garip bir şekilde loş ışıklardan hoşlanmaya başlamıştık.

Hakikaten bir ara neydi o öyle be kardeşim, ışıkları söndürüp masa lambasıyla takılmalar… Bir garip bunalım içindeydik, şimdiki gibi gerçek dertlerimiz olmadığı için, kıçımıza rahatlık batıyordu belki de. İnsanların ancak pimapen (pvc değil işte!) pencerelerinin arkasından, kahvelerini yudumlayarak seyredebileceği o dehşet verici kar yağışları esnasında Suadiye Sahili’nin nasıl bir yer olabileceğini de öğrenmiş olduk böylece.

Bakmayın çoğul kullandığıma, muhtemelen bu yazıyı okumayacak cümlelerimin diğer gizli özneleri…Ne mi oldu? Eh, büyüdük kaba tabiriyle, hepsi ayrı bir dünyada şimdi. Yıllar geçtikte onlar beni inkar etti, ben de onları, ve tabii her bir birey de öbürünü. Galiba bir zamanlar delicesine sevdiğimiz kızlardan tiksinmeye başladığımız gün değişti her şey… Yürek bir ete dönüştükten sonra kurumuş çiçeklerin yerini prezervatifler aldı.

Bazen çıkıyorum sokağa, yürüyeyim biraz diyorum. Eskisi gibi bir telefon açıp ‘gelsene lan’ deyince hemen gelecek bir keriz (!) kalmadığı için yalnız oluyorum genelde. Sokakların köşelerinden kıvrılıp, bilerek yolumu uzatıyorum, tek başıma oturuyorum o eskiden sürü halinde oturduğumuz yerlere. Yadırgıyorum sonra kendimi, ne işim var lan benim bu soğukta berduş gibi parklarda diyorum, yine de eve dönmek istemiyorum. Önemli bir eşyamı kaybetmiş gibi bakıyorum masalara, ama garsonlara çayın tazeliğinden başka bir şey soramıyorum.

II

Otobüs bir uzay gemisi gibi karanlığın içinden uğuldayarak akıyor. İşte bu şehirlerarası yolculuk gecelerinin uyku ile uyanıklık arası trans halidir. Hele bir de sırtınızdaki eski çantada Otostoçunun Galaksi Rehberi’nden bir kitap varsa (özellikle 4.kitap), çok daha üç boyutlu hayallerin içine dalabilirsiniz. Saat sabahın ikisi, kapkaranlık gecenin içinde, ‘yol boş basalım gidelim’ ilkesinden taviz vermeyen bir kaptanın yönetiminde zihniniz ve bedeniniz uyuşmuş durumda, koltuğa büzülürsünüz. Eğer en önde oturmuyorsanız, bunun basit bir karayolu seyahati olduğu bile aklınızdan çıkar. O anda hayatın dışında harika bir noktada durmaktasınız, yaşıyorsunuz ama hiçbir şeye etkiniz yok, kaptanın, dolayısıyla otobüsün sizi götüreceği yere gitmek zorundasınız. Kendinizi yavaşça koltuğunuza teslim ederken, saatte 100 km ile gitmediğiniz zamanlarda yaşadıklarınıza dair flaşlar patlar kapalı göz perdelerinizde… Bir dahaki yolculuğunuzda o anın kıymetini bilin, o sizin bu hayattan çalmayı başarıp gideceğiniz yere götürdüğünüz, ölçüsü belirsizce sizin olmuş kutsal bir zaman dilimidir aslında.

III

Ben Ankara’ya dört kez gittim. Dördünde de gecenin bir yarısı yola çıktım. Öyle ki belirsizliğin tam ortasında yaptığım bu yolculukların ilkinde, ocak soğuğunda Ankara’nın yeşile boyalı otogarına indiğim anda, başka bir evrene gelmiş gibi hissetmiştim kendimi. Otobüsün yanaştığı peronun önünde, okunan sabah ezanıyla birlikte çay-kahve satan adamı hayatım boyunca unutmayacağım. O adam bana, yalnızlık ve tekdüzelikle yozlaşmış iç dünyamı parçalayan bu yolculuğun sonunda vardığım yeni ülkenin ilk ve yegane teşrifatçısı gibi göründü. O zaman anladım, bizim bilinçaltı dediğimiz yerde, içine saplandığımız yaşam tarzına bağlı olarak, bazı şeyleri asla ve asla yapmamamız gerektiğine dair son derece katı bir önyargı var.

O sabaha karşı Ankara otogarında sevgilimi beklerken hiçbir şeyin imkansız olmadığını anladım.

Merak ediyorum, bu açıdan bakıldığında, şu anda durumum nasıl acaba? Mesela yarın aklıma estiğinde tak dye atlayıp hiç gitmediğim, üstelik orada yapacak bir işimin olmadığı bir yere gidebilir miyim? Ya da bir uçağa binecek olsam cesaret edip üstünden geçmekte olduğum okyanusa bakabilecek miyim? Peki, mesela, siz kendi küçük dünyanızı aşmak için ruhunuzu neyle sınarsınız? Kim bilir, belki de başkasına son derece sıradan gelecek hangi eylem, bir anda sizi sarsıp bambaşka biri yapacaktır? Askerde, atış talimi esnasında, o ilk mermiyi sıkıp omuzunuzda geri tepen tüfeğin dipçiğini hissettiğiniz, iki gün boyunca kulağınızı çınlatacak o an olabilir bu, veya evde yapayalnız, hiç para harcamadan iki gün geçirmek zorunda kalmak… Korunaklı duvarlarınız yıkılırken – ki bunun için illa deprem olmasına gerek yok – kendinizi seyredin. Belki korkacaksınız, ama artık kesinlikle o eski insan olmayacaksınız.

IV

Dünya bir öyküdür.
Öykü bir şeyleri anlatmanın en güzel yoludur.
Tek bir cümle de sürebilir, binlerce sayfa da.
Gönlünüzden de kopabilir, kayışınızı da kopartabilir.
Öykü tehlikeli bir şeydir, çünkü dünya tehlikeli bir yerdir.
Dünyada yaşayıp, bir öykü anlatabilmek heyecan vericidir.
Ve yaşadıklarımız sürekli yazılmakta olup, kayıtlarımız devam etmektedir.

(3 Kasım, 02.31, Kozyatağı…)

(Not: İlk olarak 3 Kasım 2011 tarihinde, kitapgurusu.com'da yayınlanmıştır.)

18 Mayıs 2012 Cuma

üstüne alınma

okunduğu gibi yazılmıyordu sevda.
hep bir kan damlası fazlaydı içinde yarattığı.
bir damla göz yaşı daha fazla.

tuzlu denizde tatlı su balığı olmak kadar imkansız,
çölde iglo toplu konutlarına kayıt yaptırmak kadar talihsizdi.
seninle karşılaşmamız bir öğle vaktiydi,
ve güneş hiç olmadığı kadar tepemizdeydi.

uzattım biliyorum,
saçlarım gibi, tırnaklarım gibi,
seni de uzattım yok yere.
ama inan hançer gözlü sevgili,
hiç bir şey gözlerindeki mahmurluk kadar uzun gelmemişti bana.

ekmeğini neyle yiyeceğini şaşırmış,
arsız bir çocuğun sofrayı süzüp,
yine gidip çikolataya uzanması gibi,
hep sana uzandı içimde yaşayan dört harf.

ben aslında bu şiiri sana yazdım.
sen, üstüne alınmayasın diye.

07.07.2011

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Babam...

Ve bir kişi daha yanıldı...
Kapıyı kapattım usulca,
Kimse girmedi,
Soğuk girmedi...

İçerde,
Külbastıyı çağrıştıran bir hava,
açık bir televizyon,
ve hasta bir adam vardı...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Gönderilmemiş Öğeler

 

   Basit bir mesaj bu, öyle herkese atılabilirmiş izlenimi veren...Telefonun hafızasındaki kalıplardan biri bile olabilir belki...Ama değil, daha samimi, daha Türkçe...Yanlış anlaşılmasın diye alabildiğine kısa tutulmuş bir mesaj: 'Naber, napıyosun..'

   Sonuna bir soru işareti bile konulmamış güvensizlikten...Belki de verilecek cevabın çok belli olduğu düşünülmüş, o yüzden pek zahmet edilmemiş yazılırken. Daha çok bir yere varmak için bir vasıta bu mesaj, gidilecek yerin yanında hiçbir kıymeti olmayan bir minibüs gibi...Ve toplu taşınmaya alışık olanlar bilirler ki minibüsçüler hiç hazzetmezler soru işaretlerinden...

   Bu mesajı yıllar yılı taşıyorum içimde...Birilerine 'maç kaç kaç', 'abi çktın mı', 'gelyorum' gibi mesajlar göndermekten başka bir işlevi yok telefonumun. Bir de merak ederim kaç kontörüm, ah pardon, kaç liram kalmış diye. Aradığım en istikrarlı numaranın 9333 olması zaten durumun vehametini gösteriyor, bir de tabii avea kullandığımı.

   Bir süredir içimde taşıdığım bu mesaj, birkaç gündür telefonumun mesaj bölümünün taslaklar hanesinde kaydedilmiş duruyordu. Ve bu duruş, tek kelimeyle ifade etmem gerekirse boktan bir ruh haline soktu beni. Sebebi de şu: Elime hasbelkader yeni bir telefon numarası geçti. Numaranın sahibi, her romantik budalanın sadece yüzüne bakarak yepyeni başlangıçlar, hatta çift kişilik nevresim takımı hayal edebileceği türden bir kız. Sapık ya da ruh hastası falan değilim, bizzat ondan aldım bu numarayı. Ve - kaderin cilvesine bakın ki - bir süredir görmüyorum kendisini. Öncesinden de oturup bir çay içmişliğimiz olmadığı için ne yazsam münasebetsizlik olacakmış gibi geliyor. Doğuştan one night stand bir kimse olmadığım ve asla olamayacağımdan sebep, aklıma eseni de yazamam kesinlikle. Tam tersine, çekingen, etliye sütlüye karışmayan, pek tanımadığı kişilerle yüz göz olmayı sevmeyen biriyim. Terbiyeliyimdir de. Ama bu işlerde ne kadar tedbirli olursan, o kadar yanlış anlaşılıyorsun, daha önce de yaşadım bunu. Duygusal, içe dönük olmanın psikopatlıkla bir tutulduğu garip bir yüzyılda yaşıyoruz, her yanımız sosyal manyaklarla çevriliyken. Dahası, insan böyle bir şeye nasıl başlıyordu unuttum gitti doğrusu. Öyle lahmacun yemek gibi bir şey değil ki besmeleyi çekip saldırasın. Korkuyorum açıkçası, yanlış anlaşılmaktan, küçük düşürülmekten, sapık muamelesi görmekten, 'Off, gene mi bu salak...' cümlesinde kastedilen salak olmaktan.Ulan Ömer, yine kıçının üstüne oturup, işine gücüne bakmak varken, götünü dala budağa taktın. Ne diyeyim şimdi ben sana?

   Sizi bilmem ama böyle zamanlarda benim aklıma hep eski kız arkadaşım geliyor. Ne hallere düşürdün lan beni, ne vardı sanki terkedecek? Ben ki senden ve senin kuytu ikliminden memnundum, biraz uyukladım diye bastın tekmeyi kıçıma...Ev kedisi sokağa atılır mı be? Bu çöplüğü karıştırıyorsam şimdi, kabahati biraz da kendinde ara...

   Neyse uzatmayalım, bahsi geçen pek samimi mesajı mezkur şahsa yolladım, ama  inanın aklımdan üst paragraftakinden başka bir şey geçmedi. 'Gönder'e basarken bile çoktan sıkılmıştım bu işten. Çok şükür, karşı taraf da aynı bıkkınlık seviyesindeymiş ki birkaç saat sonra kendimi karşılıklı gönderilen mesajları, numarayı ve arama listelerimi temizlerken buluverdim.

   Mesaj kutumdaki boşluğun getirdiği rahatlıkla teselli olurken, derin derin içimi çektim. Galiba artık romantik bir budala değil, realist bir ukala olma yolunda hızla ilerleyen bir olgunluk çağı müridiydim. O gün için 9333'ü aramaktan vazgeçtim, çünkü son mesajı gönderdikten sonra liralarımın kısa süre içinde biteceği yönünde beni kibarca uyaran o mesaj gelivermişti.

   Görünüşe bakılırsa avea bile yeni bir başlangıç yapmamı istemiyordu.


11 Mayıs 2012 Cuma

Bu Sabahların Bir Anlamı Olmalı - 27

Gözleri istemsiz bir şekilde aralandı. Herhangi bir ses yoktu. Kapandı. İkinci aralanma süreci. Hala ses yok. Daha da uyumalıydı. Üçüncü aralanma. Tekrar uyuyamayacağını anlamıştı. Belki bir sigara içer, ortalıkta dolanır, tekrar başladığı yere-yani yatağına-geri dönerdi. Sol kolu tamamen yataktan sarkmış durumdaydı. Avuç içi açık ve yukarı bakar şekilde. Sanki üç dakika önce uyuyakalmış ve elindeki şişe bu esnada yere düşmüş, yere vurunca çıkardığı sesten dolayı uyanmış gibiydi. İki uyanma arasında hiç bir fark yoktu. Diğer elini sol yanında duran, nereden nasıl edindiğini bilmediği, o anda da düşünmediği komodinin üstüne doğru ivmelendirdi. Olmamıştı. Yani tutturamamıştı. Asıl yapmak istediği, her sabah uyandığında yanında görmeye alıştığı-kadim bir sevgili misali-sigara paketine uzanmaktı. Sağ elinin son üç parmağı, biten bir sigarayı söndürürken bir diğerinin kendini umarsızca boşluğa bıraktığı kül tabağının içine dalıvermişti. Hissettiği bu tiksintiden dolayı biraz olsun uykusu kaçmış, daha bir dikkat kesilmişti. Yeni bir denemeyle elini bir kez daha hamle yapmak için savurdu. Paket henüz açılmıştı. En sevmediği durumlardan bir tanesiydi. İçinden sadece bir tane alındığından dolayı, yumuşak paketten bir sigara dalı edinmek en hengameli işlerden bir tanesiydi. Bunun için ayrıca bir işlem gerekecek, sağ eline aldığı paketi, sanki bir yeri gösteriyormuşçasına konumlandırdığı sol işaret parmağının kenarına vurmak suretiyle bakire bir sigara dalının diğerlerinden daha fazla öne çıkmasını sağlayacaktı. İşte bir tane gelmişti. Bu seçili olandı. Bu şanslı olanı çekerek ağzına götürdü ve neredeyse bir çöl kadar kuru olan dudaklarının arasına sıkıştırdı. Hayır. Şimdi yakmayacaktı. Çünkü ona göre evrende her şey belli bir nizam üstüne inşa edilmişti. En son ne zaman kapandığı ayrı bir tartışma konusu olacak bilgisayardan bir şarkı açacaktı. Biraz gezindikten sonra-ki bu şarkı hayatının belli dönemlerinde, her seferinde farklı bir anlam ifade edecekti-kararını verdi. Haluk Bilginer sesinin en buğulu tonuyla "böyle bir kara sevda" şeklinde başlayan ahkamlar kesiyordu. Ses düzeyini ayarlamak bile başlı başına bir işti. Çünkü o klozet kapağı açılıp üstüne oturduğunda tüm nağmeler eksiksiz olarak duyulabilmeli ancak ev ahalisini-evde iki kişi kalıyor olsalar bile-rahatsız etmeyecek ve uyandırmayacak şekilde ayarlanmalıydı. Bunu da hallettiğine inanıp, yanı-yöresi, tamamen kurulanmadan bırakılan eller yüzünden kahverengi lekelere sahip elektrik düğmesine dokundu. Normalde sorsanız oradaki sadece bir düğmenin hangisinin ışığı yaktığını bilmezdi ama bu durum artık bilinçaltına yerleştiğinden dolayı tek seferde ışığı yaktı. Gayri ihtiyari bir şekilde yerleştiği klozet üzerinde, sonraki yirmi beş dakika sürecek pozisyonunu aldıktan sonra nihayet ağzına yapışmış, sanki vücudunun bir uzvu haline gelmiş sigarayı ateşledi. Derince çektiği nefesle birlikte ciğerlerine sadece sigaradan peyda olan mavi duman değil, tüm geçmişi inmekteydi. Sıra en korktuğu-belki de bu yüzden her dakika beynini uyuşturulmuş durumda tutmak gerektiğini bildiği-işe gelmişti:

düşünmek...yine onsuz bir gün başlıyordu...



3 Mayıs 2012 Perşembe

Rahat Ol, Aktif Ol, Belki Bir Gün İnsan da Olursun!



   I

  Rahatlık kavramı üzerine yıllar yılı düşündüm. Birçok insan, basitçe, hayatta rahat olduğunu ve zaten öyle olmak gerektiğini, çünkü bu rahatlığın kendilerine pratik anlamda büyük faydalar sağladığını iddia ediyordu. Bu kişiler - tartışma kabul etmez bir biçimde - okulda, askerlikte, evde, maçta, orada burada rahat olmanın, 'kasmama'nın ekmeğini yemişlerdi. Kadın-erkek ilişkileri için de geçerliydi bu. Hiçbiri aşk hayatında rezil kepaze olmamış, daralmamış, zor günler geçirmemişti. Hiç alttan almamıştı onlar, hep terkeden, aranan olmuşlardı, sanki terketmek bir marifetmiş gibi, bundan da gurur duyarlardı sadece.

   Ama insanların herşeylerini büyük bir aymazlıkla paylaştıkları sosyal ortamların dili, bunun tam tersini söylüyordu. Bütün şarkılar terkedilmekten dem vuruyor, çalışan herkes işinden şikayet ediyor, askerlik yapanlar ufacık çarşı izinlerinde facebook profillerinden şafak sayıyorlardı. 'Bi türlü bitmedi ...tiğimin okulu' feryatları afakı tutmuştu. Bütün bunlara rağmen bir kafede toplaşılıp yüz yüze gelindiğinde herkes rock yıldızı gibiydi, espriler, gülüşmeler havalarda uçuşuyor, nargile dumanları gamsızca yüzlere üfürülüyordu. Herkes hayatından mutlu, herkes 'rahat', herkes başarılıydı.

   Ben de bu rahatlık dalgasından sabıkalı insanlardan biriyim. Sürekli gergin olduğum yönündeki şikayetler şu kısacık hayatımın hemen her döneminde karşıma çıktı. Her yerde de gerilmiştim hakikaten, bazıları abartılı olmak kaydıyla, ÖSS'ye hazırlanırken, sevdiğim kızın başka biriyle beraber olduğunu gördüğümde, okulu üç ders yüzünden bitirememe tehlikesiyle karşılaştığımda. Sonraları kız arkadaşım 'bir türlü rahat olamadığım' için terketti beni ( Bir gece AŞTİ'de sevgilinizle kalın da rahatlık nasıl oluyormuş görün!), ve şimdi halihazırda parasal problemler yüzünden yepyeni gerginlikler yaşıyorum. Anlayacağınız şu hayatta - hep öyle diyorlar ya - kafamın gerçekten rahat olduğu zamanlar sınırlıdır sevgili dostlar, yine de 'uyarıları' dikkate alıp rahatmış gibi davranamıyorum.

   Bazen bu durumdan sıyrılıp, kendi iç dünyamın korunaklı duvarları ardına sığındığım oluyor (şimdiki gibi), eskiden bunu yapmam çok daha kolaydı. Bir kutu şeftalili ice-tea ve bir bölüm animeyle dünyanın anasını sattığım günleri çok net hatırlıyorum. Tabii bu bahsettiğim yıllar önceydi, hayatım medar-ı maişet tüneline girmeden önce yani. Albay denetlemeye gelince esas duruşu abartıp ince bir I harfine dönüştüğümde koskoca adamın bana 'Oğlum rahat ol!' demesinden anlamalıydım aslında ne kadar da kaygılı bir herif olduğumu. Ama insanız işte, dürüst olan kişi içindeki herşeyin aynasıdır. İçerde ne olup bittiğini dışarıya yansıtırsan, aynı dertten muzdarip kişiler tarafından bir aklanma vesilesi haline gelirsin. İşte sırf bu yüzden  kendi kıçı tutuştuğu halde bana rahat ol diyebilen çok tanıdığım oldu, hala oluyor ve olacak...

   II

   İnsanlar tarafından düzenli olarak kınanmamak için rahatlık pek bir işe yaramaz. Tek başına rahat olan adama tembel derler. Bir adam işsizse, okumuyorsa ya da kayda değer başka bir başarısı yoksa (erkekler için bu başarı yüzde doksan kadın anlamına gelir) neden yaşadığı ister istemez sorgulanır. Şimdi adama kalkıp da  'Sana ne lan, belki ben Coen Kardeşler filmlerinin entelektüel altyapısı üzerine bir araştırma yapıyorum' diyemezsiniz. Rahatlığın yanına - iskenderin içindeki yoğurt gibi - aktiflik denen nesneyi de eklemeniz gerekir. Yani plazalarda kıvrak Messi çalımlarıyla dolaşmalı, hop oradan çıkıp bir sinemaya akmalı, bir de üstüne - kendinizi sürekli geliştirdiğiniz içün - o kurs senin bu okul benim dolaşmalısınız. Mesainiz ne kadar çok ve kendi iç dünyanıza ne kadar uzaksanız o kadar makbul bir bireysinizdir artık, öyle ya bir yerlerde buluştuğunuzda eşe dosta anlatmak için süper maceralar biriktirmiş olursunuz üstünüzde. Biliyorum ben de yapıyorum bunları lanet olsun, hiçbir zaman istenilen düzeyde rahat ve aktif olamadığım halde öyle görünmek hoşuma gidiyor. Yoksa neden geçen telefonda birine 'çalışıyorum' derken ister istemez kasılayım - ki daha iki dakika önce lanetler okumaktaydım - ya da birisi eski kız arkadaşımdan bahsedince marpucu indirip cool bir tavırla 'gömdük o mevzuyu' diyeyim? (Nah gömdün, geçen gün rüyanda babanı mı gördün peki?)

   Bugün aslında başka bir şey yazacaktım ama galiba içimde insani bir şeyler kıpırdadı. Pek sık olmasa da oluyor bu, yani şu ya da bu değil, sadece sıradan bir insan olmaya fırsat bulmak... Bu kutsal zaman dilimini boşa geçirmemek için karaladım bunları, ki yazdıklarım sanırım hala insan olduğumun bir kanıtıdır. Yarın yine rahat ve aktif bir gün beni bekliyor ama ahdettim, bir gün kesinlikle gerçek bir insan olacağım ben...

1 Mayıs 2012 Salı

gelme vuramam!


"artık ne zaman biri sevgiden bahsetse elim tabancama gidiyor."



bak bunları şiir yaparım
görürsün olacakları-ki görme-
sen varken topladığım kanları
kusuyorum üstüne mermi gibi
israilli askerlerin

bak gelme üstüme öyle
hayır tehditkar değilim
ama bak gelme şiir yaparım

polisler geçiyor kapımızdan
-kırmızı mavi-
lazımsa daha kan eğer
tereddütsüz dökerim saçlarını
boylu boyu uzunca
kan-kırmızı-kusmuklu mezarlara

sen minnetsizsin gel gör-ki görme-
istersin bir de utanmadan
çok havalı bulutlardan
bir örtü-mavi-üşütmesinden
al hadi astarı da verdim
utanma-ki utanmazsın-al hadi

bak gelme üstüme öyle
hayır tehditkar değilim
ama bak gelme şiir yaparım!

26 Nisan 2012 Perşembe

Benim Biraz İşlerim Var...

   Sıcak...sonra biraz daha sıcak...Bolca tahinle karıştırılmış damardan bir dut pekmezini çağrıştıran bir hava. Çalıçilek çorbası ya da ballı süt gibi ancak kış mevsiminde hoşgörebileceğim bir manzara bu, boğazlı kazak misali içimi sıkan. Yataktan kalkmaya üşeniyorum, işte yine baldırları terleten geceleriyle yaz geldi, ve ben bu yazı da İstanbul'da geçireceğim, bu yazıyı da...

   Kısa bir süre önce, yalnızca sabahları kendimi iyi hissettiğimi keşfettim. Sabahları, uykudan yeni uyandığım ve kahvaltı bile etmediğim o yarım saatlik sürede. Çay bende çarpıntı yapıyor, günün ilk çayını höpürdetmemle birlikte önce küçük pıtırtılar halinde başlayıp sonra minik bir bas patlaması halinde devam edip gidiyor. Eskiden hiçbiri yoktu tabii bunların, ne çarpıntı, ne sigara o yüzden sabahları bana garip bir şekilde nostaljik geliyor.

   Bugün izin günüm. Masmavi bir gökyüzü altında serbestim. Yataktan çıkmamla, arka bahçenin bildik manzarası yirmi yıllık siluetiyle beliriyor. Eskiden bir de ceviz ağacımız vardı. Dalları evin pencerelerini zorlayan dost canlısı, koca bir ağaç. Önce kurutup sonra kestiler onu, belki de park halindeki araçların üzerine düşen olgun cevizlerden hoşlanmadılar. Ne kadar çok yemiştim onun cevizlerinden, ve dahi annemin o cevizleri kullanarak yaptığı baklavalardan. Arasam, belki balkonda bulurum ondan yadigar bir ceviz, dur bunu da ekleyeyim sonunda unutulacak güzel işler listesine.

   Kahvaltıdan sonra çıktık evden, abim ve ben, mahallenin en tipik mekanına, Uğur Pastanesi'ne gidip oturduk. Yıllardır bıkmadan usanmadan konuştuğumuz şeyleri bir kez daha konuştuk, hiçbir nezih semtin, hiçbir pastanesinde içemeyeceğiniz kadar ucuz çaylardan içtik (daha fazla çarpıntı), moralimizi iyice bozduk ve halk arasında Çamlık ismiyle maruf parkımıza doğru yürümeye koyulduk.

   Böyle günlerde hayata karşı memnuniyetsizliğim nedense artıyor sevgili dostlar. Nasıl yaşaması gerektiği konusunda sabit bir fikri olmayan birçok insan gibi tatil günlerinde hissettiğim bu anarşik tatminsizlik, aklıma daha önce yaptığım birçok adı konmamış planı getirmekten başka bir işe yaramıyor. Bu planların temel noktası ise mesnetsizlik. Hiçbirinin bir boka fayda edeceği yok. Sadece daha çok çay, daha çok sigara ve daha çok memnuniyetsizlik demek hepsi. Bir türlü içine dalamadığım kirli bir havuz gibi gerçek hayat, ertelediğim işlerin ortasında beni bekliyor.

   Ne kadar pislik bir herif olduğumu benden başka kimsenin bilmemesi oldukça enteresan. Ara sıra insanlara anlatmaya çalışıyorum bu durumu. Kimse inanmıyor bana. Şaşıyorum neden inanmadıklarına. Diyorum ki kardeşim ben böyleyim: gurur bende, kibir bende, kendini beğenmişlik, ukalalık, kadir kıymet bilmezlik bende. Sürekli mızmızlanır dururum. Bir halt etmediğim gibi, edeni de kıskanır, nefret ederim ondan. Hatta kendi tembelliğimin suçlusu ilan ederim onu. Benden başka herkes şanslı, herkes kayrılmıştır gözümde. Kendi konumumdan daha düşük bir yerde olduğunu düşündüğüm kişilerdir aslında yanında en çok rahat ettiklerim. İç dünyamda kendimi sürekli kıyaslamalara tabii tutar, her günün yaparım ayrı ayrı hesabını. Ama yine de iyi bilir beni insanlar. Çünkü somut bir zarar vermem kimseye. Halbuki içimdeki çürümüşlükte yatar asıl hastalığım, kendimle gurur duyamıyorsam yokum ben, ne yapayım, öyle yetiştirildim. Bir erdemim varsa bunu da kabul etmemdir sanırım, ama bu da herkesin gizlediğini açığa vurma gibi bir suçlamaya karşılık gelebilir, işte o zaman da haksızlığa uğramış sayarım kendimi, 'sanki siz çok iyisiniz' derim içimden, 'sanki çok iyisiniz...'

   Halbuki, kendimi tedavi etmeye çalıştığım kısa dönemlerde yaptığım gibi elime kitabımı defterimi alsam, bir köşeciğe çekilsem, oracıkta okuyup yazsam, yani aslında 15 yaşımdan beri yapmam gereken şeyi yapsam şimdi herşey çok daha farklı olurdu. O herkesin içine kapanık, inek, asosyal, geek vs. deyip akılları sıra ayıpladığı güzel insanlardan biri olabilirdim belki de. Hayatlarında borç, minnet yoktu onların, kimsenin tavuğuna kışt dememişler, hiçbir ucuz hırsa kapılmamışlardı. Çalışkan, sessiz ve seçkindiler, öyle olduklarını bile bilmezlerdi. Onlarla konuştuğunuzda, billur bir samimiyetin eşlik ettiği mütevazı bir gülümsemeyle dinlerlerdi sizi. Sizin çok daha iyi planlarınız olduğu için burun kıvırdığınız akademik kariyer gibi işleri yaparlardı onlar, harcamaları bile abartısız bir sanat ahengi içinde gerçekleşirdi. Ve yine sessiz sedasız kendileri gibi duru bir ruh ile evlenir, küçük, sevimli çocuklarını yetiştirirlerdi. Ben bu izin günümde yüzüm ve sakalım beş karış, pıtı pıtı çarpıntılarla gezerken, onlar çocuklarını parkta oynamaya götürürlerdi. Belki de gezdiğim parkta da vardı onlardan bir tane bilmiyorum. Sonuçta böyle günlerde etrafımdaki güzellikleri pek görmüyorum.

    Evet, işte eve döndüm yine. Oturup kendi kendimi yemeden önce bunları yazayım dedim. Çekyatın bir köşesine kurulup akşamki maça kadar boş boş oturmayı planlıyorum şimdi. Akşama doğru da yine küçük çaplı yersiz bir isyana kapılırım artık. Zaten hayat, git gide kendimi kaptırdığım bu sözümona isyanların bir tür dekoru olup çıktı. Bu yaştan sonra kendimi tedavi edebilir miyim, orasını ben de bilmiyorum.

  

çiçek kokulu güzel kadına(ydı)




mahalledeki en tonajlı teyzenin gölgesi adına!
öyle hengameli, öyle büyük bir iş bu
iş bu minval üzre başladı her şey sevgilim


tıngır mıngır
topuklu ayakkabılar zerafetinde
bir çiçek serinliğinde
köftelersiz
salatalarsız
ve bir de penceresiz masada
(turgut ağabey' e selam olsun)
önce sular dolduruldu bardaklara
belki de hiç gelmeyecek misafirlere saklanan tabaklar gibi
yürekler çıkarılıp kondu sofraya


belki mutlu olamam ama
çok fiyakalı üzülürüm mesela
mesela sen gidersen-ki gitme-
benim omuzlarım düşer
cevabı yarı-bilinir sorular sorulur
-neden her pazartesi yağmur yağar?
-üşür mü iğne yapraklı çamlar da?
yok eğer kalırsan-ki kal-
evler yaparım sana inançlarımdan
çiçeklerine bahçe


haydi yine çeker misin saçlarımı
kökünden söküp alsın bitsin ağrılarım
yok,hayır! onlar gözlerim bırak kalsın
elimi mürekkebe buladım bir kere
sanmam ki bu kirler yıkanmakla paklansın


biz yine de bırakalım bunları sevgilim
sen bana bir çay demle
cennette seninle beraber çay içelim


ey sevdiğim kadın
hani hep yürürsün ya sağ yanımdan
sağ yanımdan yürü her zaman
sol yanımda...
çünkü sol yanımda zaten yine sen varsın...